05 Şubat 2007 00:00

Karşı kampanya üzerine notlar - 1 -

Karşı kampanyada bir odak açık şovenist tutum belirlerken diğer odak şoven görüşlerini liberallikle süslüyor

Paylaş

Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra yürütülen tartışmaların dikkat çeken bir yanını, sermaye basın-yayın organlarının, cinayetin yüzbinlerce emekçi, aydın ve genç tarafından protesto edilmesi ve bu vesileyle siyasal baskı ve yasakların kaldırılması talebinin daha güçlü biçimde gündeme getirilmesine karşı ‘tazeleme’ ihtiyacı duydukları karşı kampanya oluşturuyor. Bu karşı kampanyanın unsurlarının oluşturulmaya çalışılmasında sırıtan şoven tutum, Cumhuriyet tarihi boyunca sürdürülmüş inkarcı-baskı politikasının yansıması olmasına karşın, söz konusu yazar-gazeteci-politikacı “taifesi”, “cenazede Türk bayrağı taşınmaması”ndan, “Hepimiz Ernmeniyiz sloganının ayrımcılık ifadesi olduğu” ndan söz etmekte; “Cumhuriyet kuşakları” nın “çok sağlıklı ve hümanist bir eğitim felsefesiyle yetiştirildikleri” nin “görmezden gelindiği”nden şikayet etmektedirler. Bunlar, Rakel Dink’in, “bebekten katil yaratan karanlık”la tarif ettiği şeyi muğlaklaştırıp tanınmayacak biçime getirmeye koyulmuşlardır. Tekelci gericilik ve kapitalistlerin çıkarları tarafından belirlenen ve fakat onların savunucusu politik-askeri güçlerin dönemsel öncelikleri ve uluslararası büyük güçlerle ilişkilerinin seyrine de bağlı olarak sürdürdükleri ideolojik-politik ve askeri politikaların neden olduğu “zehirli politik kültür”ü, “bağımsızlık ve demokrasi” talebinde bulunanlara mal etmeye kalkışacak kadar da pervasızdırlar.
Bu kampanyayı sürdüren basın-yayın kuruluşlarıyla onların yayın yönetmenleri ve başlıca yazar ve yorumcuları, onlarca yıldır “Türkiye’nin bölücü tehdit altında olduğunu”, “Ermeni, Rum, Kürt unsurların Sevr Antlaşması’nı hortlatmaya çalıştıklarını” propaganda ettiklerini unutuyorlar! Devlet ve hükümetlerin sözcü, yönetici ve temsilcilerinin, hangi etnik kökenden gelirse gelsin Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olmak gibi bir zorunluluğu olduğu anlayışını empoze eden ve bunu kabullenmeyenleri bölücü ve hain olarak dışlayan bir “kültür”ü egemen kılmaya uğraştıklarını “unutuyorlar”(!) “Unutulsun” istiyorlar.
Ama diyelim ki “söz uçtu gitti”, peki yıllardır sayfalar dolusu yazıp çizdikleri, “köşe”lerinden haykırdıkları şoven milliyetçi “fikirler”e ne demeli? Bunları yok mu kabul edeceğiz? Yoksa daha Hrant Dink’in cenazesinin kaldırılmasından bir gün sonra, gelişmekte olan halk tepkisinin farkına vararak tüm milliyetlerden Türkiye işçi-emekçi-genç-aydın kitlelerinin ırkçı milliyetçiliğe, kontra provokasyonlarına, gizli-açık devlet operasyonlarına ve devletin belirli kurumlarıyla bağlantıları açıklık kazanmış “ülkücü”-faşist cinayet gruplarının saldırılarına karşı tepkilerinin daha ileri talepler için daha geniş kitlelerin seferber olmasını “tetikleyebileceği” tehlikesini görerek karşı harekat mı başlatmışlardır? Hep birlikte bir karşı kampanya ilanıyla işe koyulduklarına ve “Türklüğün tehdit edildiği” üzerine zırvaları yeniden koro halinde seslendirdiklerine göre bu ikincisi daha baskın görünmektedir.
Kampanyanın ‘iki odağı’ ve Hürriyet yazarlarının özel rolü
Karşı kampanya, denebilir ki ‘iki kesim’ tarafından ve başlıca iki ‘biçim’ altında sürdürülüyor: Birinci kesimi oluşturanlar şovenist tutumu açıkça dile getiriyor ve Dink’in cenazesinde atılan sloganlarla taşınan pankartları gerekçe göstererek “Hepimiz Türk oğlu Türküz!” diyerek çizgilerini sürdürüyorlar. MHP-BBP-Kızılelmacı’lar bu kesim içinde yer alıyor. İkinciler ise Dink’in cenazesinin yüzbinler tarafından sahiplenilmesini yine şoven milliyetçi bakış açısıyla değerlendiriyor; ancak liberal demokrat bir görünüm de vererek birincilerin aşırı ırkçı politikalarıyla belirli farklılıklarını ortaya koymayı da ihmal etmiyorlar. Bunların içinde yer alanlardan Doğan Holding’e bağlı gazete ve televizyon kanallarının etkili yazar ve yorumcuları, yineledikleri görüşleriyle bu kampanyada özel bir yer tutuyorlar. Burada bunlardan birkaçının öne sürdüğü görüşler üzerinde durulacak. Böyle bir “seçim”, burada adını anacağımız yazar-gazetecilerin söyledikleriyle sermayenin öteki birçok yayın organında görevli savunucularının görüşlerini de önemli oranda temsil ediyor olmaları nedeniyledir. O. Ekşi, E. Özkök, T. Akyol örneğin olaylar arasında kurdukları bağ ve çıkardıkları sonuçlarla böylesi bir konumda bulunuyorlar.
Bunlar, Hrant Dink cinayeti bağlantılı olay ve gelişmeleri yorumlarlarken öncelikle hakim sınıf, devlet ve hükümetlerce izlenmiş ve kendilerince de benimsenmiş politikaların olaylardaki rolünü örtbas etmeyi öne alıyorlar. Yanı sıra politikayla psikoloji arasında kurdukları bağ üzerinden egemen politikayı aklamaya ve bu politikanın körüklediği şovenizmin yol verdiği cinayetlerin bu önemli nedenini bir yana bırakarak psikolojik sorun ve bozukluklarla izah etmeye çalışıyorlar.
Bunlar, üçüncü olarak halk kitlelerinin tutum ve eğilimlerini burjuvazi yararına etkilemek üzere emperyalist güçlerin Ermeni sorununu istismar politikalarını, yine istismarcı bir anlayış ve tutumla ele alıyor ve emperyalist istismara karşı doğrudan mücadele yerine bu istismarı, halk kitlelerinin birliğini önleyici tarzda işlemeye çalışıyorlar.
Cinayeti üreten “toprak” ve psikolojik saptırmalar

Hrant Dink’in öldürülmesi dahil sermaye sistemi ve kurumları bağlantılı cinayetlerin, toplumsal çözülme ve “kentleşmenin sorunları”yla, eğer öyle istenirse bağının kurulması kuşkusuz mümkündür. T. Akyol gibi “analist gazeteci-yazarlar”ın siyasal şiddet ve “terör akımları”yla “kendini kanıtlamak için tutuşan işsiz ve lümpen genç yığınları”nın içinden çıkan” sözde kahramanlar” arasında kurduğu bağ, böylesine çok genel ve o oranda da soyut kalan bir bağlantıya oturmaktadır, ama bu “sözde kahramanlar”ı yönlendiren politikaları göz ardı etmesi oranında da yanlı ve çarpıtıcıdır. Dolayısıyla, toplumsal çözülme ve işsizlik, umutsuzluk, güvensizlik ortamıyla da ilişkili olan ancak egemen sınıf ve politik-askeri temsilcilerinin sorumluluğunu taşıdıkları politikaların eğitici-yönlendirici etki ve rolünün büyük pay sahibi olduğu gerçeği dikkate alınmak zorundadır. Ve Bay Akyol gibileri, buna yanaşmamakta hayli kararlıdırlar!
Vali ve emniyet sorumlularının cinayeti “amatörce işlenmiş, arkasında ideolojik örgüt bulunmayan” bir cinayet olarak göstermelerine karşı, Akyol gibi “somut tahlil yapan” gazeteci-yazarlar, Türkiye’nin “çatışmaya, cinayete, teröre çok müsait sosyal ve politik bir süreç”ten geçtiğini belirlemekle yetinmeyi, bir sorumluluk savuşturulması olarak mı görüyorlar? Bu “milliyetçi” yazarlar örneğin, “Türküm diyemeyen defolsun gitsin!” çığırtkanlıklarına karşı ne ne söylüyorlar? Hâlâ hepsi birden “Ne Mutlu Türküm Diyene!” desturuna sarılmışlarken “birleştirici olma”ları mümkün olabilir mi? Türk olmayan ama Türk unsurla birlikte eşit haklara sahip olarak ayrımcılığa ve aşağılanmaya uğramadan Türkiye’de yaşamak isteyen öteki ulus ve milliyetlerden insanların, eğer şoven inkarcılık ve ulusal baskı olmasaydı, etnik köken vurgusuna gereksinim duymaları için özel bir nedenlerinin bulunmayabileceğini bunlar akıllarına getirebiliyorlar mı? Ya H. Pulur gibi “elli yıllık gazeteciler”in, “yolu yapan, suyu getiren, okulu açan” devlete, suikastlar-cinayetler ve baskılar için hak arama tutumlarına ne demeli?
İttihat-Terakki yönetiminin 1915’te gerçekleştirdiği bir kitle katliamının neredeyse yüzyıl sonrasında dahi savunuculuğunu yapmanın neresi ulusal çıkarların savunulmasına denk geliyor? Alman emperyalizmiyle birlikte önemli oranda Alman Genel Kurmayı’nın yönlendirmesinde ve Enver Paşa gibi Osmanlı paşalarının ‘mahiyeti’nde gerçekleştirilmiş “tehcir”de kimine göre 1 milyon 200 bin, kimilerine göre 800 bin kişinin öldürülmüş ya da yollarda kırılmış olmasını, “Ermenilerin tazminat ve toprak isteyecekleri” kuşkuculuğuyla inkardan gelmenin Türk ulusal çıkarlarıyla alakası, alakasızlıktan öteye gitmemektedir. Rakamları “eğip-bükerek”, hesapları yeniden yeniden yaparak, “tehcir”in sürgün dahi olamayacağına dair sözcük oyunlarında sıvışma yolu arayarak kitlesel katliamı gizlemek isteyenler, buna karşılık “tarihsel haksızlıklar”dan söz edenleri düşman ve bölücü olarak itham etmekten kaçınmayanlar, yaşanan olayların sorumluluğunu da taşıyorlar. Sürdürdükleri politik faaliyet, bunun örnekleriyle doludur. Ermeni Konferansı’nı “ülkenin arkadan hançerlenmesi” olarak değerlendiren bakan mı ararsın, Trabzon’daki linç girişimini, “orada olsaydım ben de vururdum” diyerek destekleyen belediye başkanını mı ararsın, hepsi mevcut!
Şovenist kampanyayı sürdürenler; ırkçı-şoven anlayış ve politikanın hemen tüm kapitalist ülkelerde gelişmekte olmasını, Türkiye’de bizzat kendilerinin de katılımıyla güç bulan ırkçı-milliyetçiliğin örtüsü olarak kullanmak ve onu “hayırhah karşılanabilir” hale getirmek için “başkalarında da olan”a sığınmak istiyorlar. Cinayetleri egemen politik “kültür” ve burjuva kapitalist parti ve hükümetlerin izledikleri şoven-ayrımcı ideolojinin bir tür ürünü olarak değerlendirme yerine “uyumsuz gençlerin psikopatik davranışları”nın yansımalarından biri olarak göstermekte yarar gören holding gazeteci ve yazarları, “Yorumcuların Trabzon için söylediklerinin benzerini Ermenistan gençliği için de söylemek mümkün” diyerek Ermenistan’ın sosyoekonomik ve siyasal sisteminden kanıt bulmaya çalışacak kadar düşmüşlerdir. Polisinin “Kahrolsun insan hakları” sloganlarıyla yürüdüğü ülkenin sermaye propagandacıları, başka ülkelerdeki insan hakları ihlallerini, gericileşme ve milliyetçi-gerici akımların gösterdiği gelişmeyi kendi ülkelerindeki şovenizmin yol verdiği cinayetlerin gerekçesi olarak kullanacak kadar düşkündürler.
Başka etken ve nedenler bir yana “Kürt sorunu yok“, “Ermeni soykırımı uydurmadır, aksine Türkler Ermeni çeteler tarafından katledilmiştir” söylemi; aşırı milliyetçi duyarlılık yaratılmasında büyük rol oynamıştır. Bu propaganda ise remsi-merkezi egemen tezi oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu “milliyetçi” duyarlılığın istismarı üzerinden politika yapan ve örgütlenen gerici-faşist ve ırkçı parti ve çevreler ve onlarla ilişki içindeki gizli-açık kontra örgütlenmeler, “milliyetçi duyarlılıkla” işlenen cinayetlerin sorumluluğundan kaçamazlar. Sorumlu olduklarını gösteren veri dökümü yapmak da mümkündür: En büyük kentin Emniyet Müdürü koltuğundaki kişinin, linç eylemlerini “vatandaşın güzel tepkisi” olarak onore etmeye kalkışması, caniler henüz işbaşındayken vali ve emniyet yetkililerinden bazılarının onları “politik ve örgüt bağlantısı olmayan bireysel eylemci”ler olarak göstermeye çalışmaları, Susurluk’ta açığa çıkan “çete”nin “devletin güvenlik kurumlarıyla bağlantıları” açık olmasına karşın, suç örgütlerinin üzerine gidilmemesi; Şemdinli’de halkın üzerine ateş açan ve bombalama olaylarını gerçekleştirenlerin “iyi çocuklar” olarak tanıtılmaları, suç örgütleri ve bağlantılı kurumların soruşturulması talebinde bulunan savcıların görevden alınmaları, DTP’ye ve “sol örgüt mensupları”na karşı girişilen linç eylemlerinin polis yetkilileri ve kimi hükümet sözcüleri tarafından “duyarlılık örneği” gösterilmesi ve tüm bunların burjuva basın-yayın organlarının sorumlu ve temsilcileri tarafından “kitabına uydurularak” savunulması; cinayetleri üreten sistem ve ortamın oluşmasındaki sorumlu rollerini göstermektedir. Mersin’deki Newroz sonrasında tezgahlanan “bayrak yırtma” provokasyonu ve onun üzerinden sürdürülen propaganda, Bozhöyük olayları, bir bütünün parçaları olarak kullanılmıştır. Şovenizm kışkırtılarak Trabzon ve Bozhöyük’teki linç eylemleri için ortam oluşturulmuş, Trabzon ve İstanbul’da yetkililer “halk tepkisi” olarak nitelendirdikleri linci onaylamışlar ve bir bakıma teşvik etmişlerdir. Aynı kışkırtma ve provokasyonlar, 301. maddeden yargılananlara yöneltilmiş; mahkemeler basılarak linç gösterileri yapılmış, bunlara en küçük bir müdahalede bulunulmamıştır! Silahlı suikastların ardından onları gerçekleştirenlerle “aynı ülkü”yü paylaşanlar, “örgüt yok” açıklamalarıyla suçluları korumaya almaktan kaçınmamışlardır. Hükümet ve “güvenlik güçleri”, ellerinde “gerekli istihbarat bilgisi” olmasına karşın, Trabzon’da İtalyan rahibi öldürenleri kontrol altında tutmamış, “ormanda silahlı eğitim yapılması”na seyirci kalmışlardır.
“Kürt sorunu yok terör sorunu var” propagandası yürütüp “Kürt sorunu da Kürtlerin ulusal-siyasal kültürel vs. hakları sorunu da var” diyenlere karşı intikamcı-kıyıcı anlayışların güç bulmasına katkıda bulunanlar, bu sorundan kaynaklı başkaldırı ve mücadeleleri “bölücülük ve bölücü ihanet” sayar ve çatışmalarda ölen askerlerin cenazelerini bu amaçlı olarak istismar ederlerken “zehirli politik kültür ortamı”nın yaratılmasında dolaysız olarak yer aldılar. Kürtlerin politik-kültürel bir bayram olarak sahiplendikleri Newroz gösterilerini, “Kürt renkleri”ni, örnek olsun Mersin’deki bayrak provokasyonunu aylarca süren şovenist kampanyaların malzemesine dönüştürenlerin “birlik”ten söz etmeleri; aynı nedenle bir riyakarlıktan başka şey değildir!..
YARIN: Şovenist istismar
Hazırlayan: A.Cihan Soylu
ÖNCEKİ HABER

‘Nasıl büyüttüğümü sorsunlar’

SONRAKİ HABER

Kurban olam Ogün’üne Yasin’ine

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa