17 Ocak 2007 00:00
UZUN MESAFE
Başka bir tanıyla hastaneye yatırılan bir hastada sonrasında bulaş yoluyla oluşan mikrobik hastalıklardır hastane enfeksiyonları. Kamuoyunda özellikle çocuk hastaların izlendiği yoğun bakım ünitelerindeki bebek ölümleriyle gündeme gelmekle birlikte yatan hastaların yüzde 10'da görülüyor.
Başka bir tanıyla hastaneye yatırılan bir hastada sonrasında bulaş yoluyla oluşan mikrobik hastalıklardır hastane enfeksiyonları. Kamuoyunda özellikle çocuk hastaların izlendiği yoğun bakım ünitelerindeki bebek ölümleriyle gündeme gelmekle birlikte yatan hastaların yüzde 10'da görülüyor. Hastanın sağlığını ya da yaşamını yitirebilmesi yanı sıra hastanede kalış süresini uzatarak maddi kayıplara da neden oluyor. Hastanede kapılan mikroplar doğası gereği mevcut ilaçlara karşı direnç geliştirmiş ve tedaviye inatçı etkenler olduğundan birçok antibiyotik etkisiz kalmakta; daha yeni kuşak ve pahalı tedavileri gerekli kılmaktadır.
Bu enfeksiyonların gelişiminde hastaya ait tıbbi özellikler kadar temizlik de önem taşıyor. Özellikle el yıkama kritik. Dünyada her yıl milyar dolarlar gelişen hastane enfeksiyonlarının tedavisi için heba olurken aslında önlemenin maliyeti çok düşük. Onca eğitime karşın bırakalım hijyeni dünyada olduğu gibi ülkemizde de annelerimizin temizlik anlayışına ulaşamıyoruz. Diyelim ki yere kan dökülmüş olsun. Artık özelleştirilmiş ve hiçbir eğitimden geçirilmeden işe alınmış taşeron firmanın sık değiştirilen temizlik elemanı yere dökülen belki de AİDS'li bir hastaya ait kanı nasıl temizler? Tabii ki paspasla diyeceksiniz. Evet ama o paspasla ciddi bulaştırıcı potansiyeli olan mikrop tüm koridora yayılmayacak mı?
Yıllar önce yoğun bakımlarda hastadan hastaya muayeneye geçerken el yıkama alışkanlıklarını karşılaştıran bir yayın okumuştum. Görevli olmayanların girişlerinin yasak olduğu birimde tıp öğrencilerinin uzman hekimlerden onların ise öğretim üyelerinden daha sık ellerini yıkadıklarını öğrendiğimde ilk anda şaşırmıştım. Sonrasında aklıma çocukluğumun hiçbir okul eğitimi olmayan Ayşe halasının bir cümlesi gelivermişti: ''Temiz ama pak değildi, yemeğini yemedim''. O an işte hastane enfeksiyonlarını önlemeye yetecek cümle diye düşünmüştüm. Yayındaki hekimlerin elleri ''temizdi'' ama pak değildi. Aynen hasta refakatçilerinde olduğu gibi. Bırakalım kısa eğitimi el yıkamanın hayati önemini kaç refakatçiye anlatıyoruz. Hal böyle olunca hastabakıcısız hastanelerimizin zorunlulaşan refakatçilerini en yakınları için birer enfeksiyon taşıyıcısı haline getirmiş olmuyor muyuz?
Sorun ölümcül olmakla birlikte önlemler o kadar da zor değil. Örneğin deneyimler kullanılan paspas, fırça, temizlik bezi gibi sarf malzemelerinin üç ayrı renkte olmasının bile çok önemli olduğunu gösteriyor. Ek maliyet gerektirmeyen bu uygulama örneğin tuvalet, koridor ve hasta odasında üç farklı renkte paspas; yine masa lavabo gibi alanlarda üç farklı renkte malzeme kullanılmasını böylece temizlik anlayışının izlenip müdahale edilebilmesini öngörüyor. Sizlere sormak istiyorum. Ben bugüne kadar böylesine basit bir uygulamayı hayata geçirebilen hastane görmedim, ya siz?
...
Cezaevleri ve sağlık
Geçtiğimiz hafta sonu İzmir'de yönetmenlerinin de katılımıyla bir belgesel film gösterildi. Müziklerini Grup Kızılırmak'ın yaptığı, Hüseyin Karabey ve Nesrin Cevadzade'nin birlikte yönettiği belgeselin adı ''Ölümü Ektim Randevu Yerinde''. Mesane kanseri tanısı aldıktan sonra tedavisi henüz tamamlanmamışken cezaevine mahkum edilen Odak Dergisi Yayın Yönetmeni Erol Zavar'ın öyküsünü anlatıyor.
Evet Erol Zavar yedi yıldır kanser hastası. Otuza yakın tıbbi müdahale ya da ameliyat geçirmiş. 1999 yılında tedavi gördüğü Ankara SSK Hastanesinden verilen epikrizde 3 ay sonrasında sistoskopi yapılması önerilmesine karşın cezaevinde uzun mücadeleler sonrası ancak üç yıl sonra yapılabilmiş tetkik. 2004 yılında nihayet sevk edilebildiği Trakya Üniversitesi Hastanesinde kanserin nüksettiği patoloji raporuyla belgelenmiş. 2007 yılına geldiğimizde değişen pek bir şey yok.
Gösterim sonrasında yapılan söyleşide eşinin de belirttiği gibi aslında Erol Zavar tek değil. Cezaevlerinde onun gibi yeterli sağlık hizmetine ulaşamayan sayısız hasta benzer kaderi paylaşıyor.
Yıllar önce bir eğitim hastanesinde sağ tarafı felçli, sol bacağı ranzaya zincirlenmiş ve kaçma olasılığı tıbben olmayan 60 yaşlarındaki mahkum hastanın başında silahlı iki er görmüştüm. Bu yüzleşme benim mahkum hastaların sorunlarına ilgi duymama neden olmuştu. Sonrasında Tabip Odası yöneticisi olarak 1996 yılında açlık grevleri sürecinde Cumhuriyet Savcısının onayı ile Tabip Odasınca görevlendirildiğimde ilgi deneyim ile buluşmuş oldu. O dönemde her ne kadar tedaviyi kabul etmeseler de biz hekimler olarak uzamış açlık olarak da adlandırabileceğimiz diğer hastalarda olduğu gibi açlık grevcilerinde de kanlarının alınıp tetkiklerinin yapılmasının tedaviyi kabul ettiklerinde hayati öneme sahip olduğunu ifade ettiğimizde cezaevi bürokrasisiyle epeyce uğraşmamız gerekmişti. Sonrasında İl Sağlık Müdürlüğü'nün devreye girmesiyle cezaevinde kan alınmasına izin verilebilmişti. Tıbbi öngörümüzün doğruluğu açlık grevlerinin sona ermesiyle hastaneye sevkleri yapılanlardan birisinin acil serviste kalbinin durması ile kanıtlanmış ve hekimlerin hastada önceden yapılan tetkiklerde kanda potasyumun düşük olduğunu fark etmesiyle basit bir tedavi sonrası hayata döndürülebilmişti. Aradan aylar geçtikten sonra kan değerleri bozuk olan ve tesadüfen ek hastalıkları olabileceği anlaşılan tutuklu ve mahkumların durumunu rotasyoner cezaevi hekimi ile paylaştıktan sonra birlikte ilgili savcı ile görüşmüştük. Konuyu cezaevi müdürü ile paylaşmamızı önerince şaşırmıştım. Sonrasında müdürün hekimin dilekçe vermesini istediğini ve tıbbi sürecin aksatıldığını öğrenmiştim.
Anlattıklarım ülkemiz cezaevlerine dair aktarılabilecek sayısız hekim izleniminden kısa bir kesitti. Sanırım sizler de benim gibi Erol Zavar'ın tedavisinin cezaevinde sürmesinin imkansızlığını yüreğinizde bir sızı ile hissettiniz. Şimdi Erol Zavar'ın belgesele de adını veren şiiri bizi bekliyor. Ölümü ektim randevu yerinde diyordu kendisi. Ne dersiniz yaşamla randevu o kadar da zor mu?
Dr. Zeki Gül