21 Haziran 2015 03:55

Restorasyonun imkansızlığı kurgusal bir şey değildir

Nasıl onurlu ve geleneğine bağlı, soylu, Avrupa imgelemindeki mitlerin aksine ilk sezonda kellesini ideallerine kaybettiyse, haksızlığa uğrayan oğlu da restorasyon çabasında başarısız olmuş, onun kral soyundan geldiğini tahmin ettiğimiz “piç” kardeşi de öykünün merkezindeki pozisyonuna hiçbir zaman oturamamıştı.

Paylaş

Kıvanç Yiğit MISIRLI

Taht Oyunları’nın bu sezon asli temasının itibarıyla savaş ve savaşın getirdiği yıkımın etkileri olacağını biliyorduk. Daha dördüncü sezondan itibaren Tywin Lannister eliyle başlayan restorasyon çabası, karakterler arasındaki çelişkileri yoğunlaştırmakla kalmıyordu, yeni çelişkiler, güneyli Martelller ve Sur’un ötesindeki Ak Gezenler aracılığıyla öyküyü karmaşıklaştırmaktaydı. Bununla beraber dizinin, öykünün son perdesi yaklaştıkça karakterlerini bir araya toplamakla uğraşacağını, bu konuda romanlar kadar başarılı olamayabileceğini tahmin ediyorduk. Eldeki, önemli ölçüde, kaynak malzemesine sadakatinden güç alan bir uyarlama idi ve bu sezona dek öykünün yapısında ciddi bir kaymayla karşılaşmamıştık. Bu çerçevede siyasal elitin yozlaşmasına dayalı, bu yüzden de görece kısıtlı, bir iktidar sorunsallaştırması, popüler kültür nesneleri ile gündelik hayat arasında bir analoji kurulmasına yarasa da dizinin popülerliği sadece buradan değil, aynı zamanda HBO’nun diğer yapımlarında da gözleyebildiğimiz -pop kültür sınırları dahilinde olduğu kadar- gelişkin karakterler ve çatışmalar kurabilmesinden geliyordu. Nitekim bu sezon Jon Snow’un Sur’daki öyküsü çerçevesinde bizlere babası Ned’in ilk sezonda, kardeşi Robb’un üçüncü sezondaki karakter yolculuklarından farklı bir tema sunmaktan uzak kaldı. Yine de gerek sosyal medyadaki tepkiler gerekse final bölümünün izlenme oranları, “şok etkisinin” Taht Oyunları izleyicisi üzerinde halen sürdüğünü gösteriyor. Benzer bir biçimde, romanların en başından beri kah Kral Şehri’nin iaşe sorunu, kah tahtın mali krizi üzerinden takip ettiğimiz kentli yoksullarla öykünün kahramanları olan soylular arasındaki örtük gerilim, dizide, Margaery Tyrell’in hayırseverliği ötesinde bir karşılık bulmamışken bu sezon ortaya çıkan dinci ayaklanma, dizide paralel devlet söylemi ile köktenci dincilik söyleminin gayrı-meşru varisi biçiminde karşımıza çıktı. Oysa hem Tazı ile Arya’nın bir önceki sezonda yaptıkları yolculuk, hem Sancaksız Kardeşlik’in “gerilla mücadelesi” yukarıda bahsettiğim iktidar motifini canlı kılan unsurlardı. Benzer bir potansiyel taşıyan bu alt-öykünün muhafazakarlık vurgusu ile “eden bulur” aforizmacılığı arasında sıkışması açısından düşündürücü.

Eldeki sezon dizinin izleyicilerinin iki baskın temadan yavaş yavaş uzaklaşmaya başladığını da gösterdi. Bu iki temadan biri, yukarıda bahsettiğim dar tanımlı güç ilişkileri seti idi. Bu bağlamda ya Jon Snow örneğinde olduğu gibi öyküde halihazırda kurulmuş motifler tekrarlandı ya da Yüce Serçe örneğindeki gibi potansiyelini iğdiş etmek pahasına güvenli sınırlara çekildi. Öte yandan, dizinin de, roman serisinin de, başından beri en sorunlu yanlarından biri olarak önümüzde duran toplumsal cinsiyet mevhumu ile olan arızalı ilişkisi özellikle Sansa Stark’ın bu yılki patikasıyla oldukça berraklaştı.

Dördüncü sezonda bıraktığımız haliyle Sansa’nın öyküsü, aynı Ned, Robb ve Jon’da gördüğümüz gibi pop kültürün yerleşik motiflerini bozma becerisini göstermekteydi. Nasıl onurlu ve geleneğine bağlı, soylu, Avrupa imgelemindeki mitlerin aksine ilk sezonda kellesini ideallerine kaybettiyse, haksızlığa uğrayan oğlu da restorasyon çabasında başarısız olmuş, onun kral soyundan geldiğini tahmin ettiğimiz “piç” kardeşi de öykünün merkezindeki pozisyonuna hiçbir zaman oturamamıştı. Bu haliyle Sansa örneğinde, hem -pop kültür, gerek kültürü içinde- son yıllarda dolaşıma sokulan “güçlü kadın karakter” söylemini hem de bu söylemin muhatabı “Disneyvari prenses öykülerini” etrafından dolaşarak bozan dizi ve roman, mecranın güvenli sınırlarını zorlamaktaydı. Beşinci sezon bu öykünün terk edilip karakterin hikayesinin başa sarılmasıyla kalmadı aynı zamanda Sansa’nın tecavüze uğradığı sahne ile bu iddiasını -eğer vardı ise- kaybetti. Rakamlarla hokkabazlık yapmak pahasına Business Insider’ın Neilsen’den devşirdiği izlenme rakamlarına baktığımızda, dördüncü sezondaki oranlarla karşılaştırıldığında özellikle Sansa Stark’ın tecavüz sahnesiyle kapanan 6. Bölüm sonrasında gözle görülür bir düşüşle karşılaştığımızı not etmek gerek. Kuvvetle muhtemel buradaki tek sorumluluk prodüktörlerde ve yazarda değil. Eldeki pop kültür ürününün başka konularda olduğu gibi toplumsal cinsiyet meselesinde de arızalarını, istediği zaman görmemeyi tercih eden izleyiciler olarak, daha ilk sezonda Daenerys Targaryen’in tecavüzü ile başlayan zinciri karakter izleğinin kendi içinde de sorunsallaştırılmayan bir parçası olarak algılamayı tercih ettik.

Tam da burada başa dönelim ve sezon boyunca takip ettiğimiz bir öyküye daha bakalım. Stannis Baratheon’ın taht yolculuğu, gerek Jon’un gerekse Cercei Lannister’ın yolculuğuyla karşılaştırıldığında çok daha bütünlüklüydü. İki sebepten: Birincisi, izleyici olarak benzer patikaları takip etmiş kahramanlar görmüştük ve Stannis’in yolculuğu bu karakterlerle yan yana konduğunda onur, aile, hak, amaç ve araç gibi ikilikler üzerinden bizimle konuşmaya devam ediyordu. İkincisi, izleyiciyle doğrudan ya da dolaylı girilen bu diyalogun önkoşulu, bu karakterin dönüşümünün devam etmesi idi. Oysa diğer “büyük oyuncular” arasında ne Jon’un ne Cercei’in ne Sansa’nın patikasında böyle bir izlek bulabildik. Bu çerçevede şunu söylemek mümkün, Taht Oyunları, eldeki sezonunda temel motifi olarak karşımıza çıkan restorasyonun imkansızlığını, elindeki araçlarla, anlatmakta pek başarılı olamadı. İyi niyetli olmak istiyorsak, bu başarısızlığı, amacın zahiriliğine yorabiliriz.

ÖNCEKİ HABER

Sıcak sıcak pideler!

SONRAKİ HABER

Karadeniz’den kadın hikayeleri

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa