12 Temmuz 2015 06:48

Müge TUZCUOĞLU

Toprağın öyküsü bir nevi bizim öykümüzdür. Toprakta yeşeren, toprağa sahip olan, toprağın üzerindekiler hep ama hep bizizdir. Ne yetiştirmişsek toprağın üzerinde, biraz biz olur o ürün. Apartman da diksek, çay da eksek, bizi anlatır. Ve o toprağın sahiplerini kişiselleştirsek de kamulaştırsak da ortaklaştırsak da biziz aslında.

“Bizim ora”ların hikayesi de öyle! Karadeniz’in yani. Ama Doğu Karadeniz. Bir tarafında deniz ile bir tarafında başka bir ülke ile bir tarafında başka bir kültür ile ve bol bol dağlar ile çevrilmiş küçücük bir bölge. Lazlar için Lazona’dır ismi. Hemşinliler için batıyı kastettikleri “aşağı”, Ardahan, Kars’ı kastettikleri “yukarı” ve Batum ile devamını kastettikleri “karşı” arasındaki yer, yurt, yuva.

Bizim oranın hikayesi de hep acıklıdır. Yaşlı kadınlar, hep eskiyi anlatır, hep eskiyi özler. Biliyorum, her yerde herkes için öyledir. Ama işte bizim orada, eskiden çok da bir şey kalmamıştır ya, onun için biraz daha acıklıdır sanki.

Derler ki Lazların anavatanlarıdır bu topraklar. Sülale sülale ayrılan Lazlar, parsel parsel de eylemiştir bu toprakları. Belki de bununla başlamıştır her şey; bilemiyorum. Ancak yine de Mahsuni’nin bahsettiği parsellik değildir bu. Değerli bir yardımlaşma, ortaklaşma da vardır. 

Çayın Karadeniz’deki hikayesinden önce pirinç ve mısır baskındır. Öyle baskın dediğime bakmayın çünkü bu bahsettiğim yerler en az yüzde 80 eğimli olan araziler. Ve tarım için öyle çok da alan yok. İşte toprağına, yağmuruna katlanabilen Karadeniz insanı ile birkaç çeşit ürün yaşar sadece. Daha sonra çay gelir memlekete. Getirilir. Onun hikayesi de ayrıdır ya, biz ona girmeyelim şimdi. Fındık da vardır ya, öte taraf kadar değil. 

Karadeniz’de iş çoktur. Suyu bol, arazisi engebeli olduğu için her adımında çalışmak zorundasın. Öyle düz yolda rahat rahat yürümek yok, her adıma dikkat edeceksin. İş çok olunca ve üstüne üstlük ağır da olunca, insanların birlikte yaşamasından başka çare de yoktur. İş ortaklaştırılacaktır. Yoksa dayanılamaz.

EN BİLİNEN YARDIMLAŞMA

Birkaç örneği var bu yardımlaşmanın. En bilineni “meci”. Her arazinin işini ortaklaştırmak anlamına gelir. Bir gün veya birkaç gün artık ne kadar sürüyorsa, o ailenin işi, mesela mısır, fındık toplama ayıklama işi yapılır. Daha sonra başka bir ailenin. Böyle sırayla bitirilir işler. Tabii bu meci, işin ortaklaştırılmasının yanı sıra ekonomik, kültürel ve siyasi de birçok şeyin ortaklaştırılması anlamına gelir. Dolayısıyla bir yanıyla diller, anadiller yaşarken, bir yanıyla ekonomik anlamda bölgede bir bağımsızlık kazanılmış oluyor. 
Bu yöntemin, bölgedeki sosyal ilişkileri de beslediği ve sosyal yardımlaşmayı da güçlendirdiğini söylemek lazım. Mesela hastalık, ölüm gibi durumlarda yardıma muhtaç hale gelen bir aile de bu yardımlaşmadan payını alır.

Karadeniz’deki iş, o kadar çoktur ki, özel günler bile iş yaptırmadan geçilmez. Mesela Lazların baharın gelişini kutladıkları bir gün vardır. Ve bu gün mısır köklerinin yakılacağı güne denk getirilir. Hem üzerinden atlanacak “Newroz ateşi”ne malzeme çıkarılır, hem de zorlu bir iş hep beraber bayram sebebine yaptırılmış olur.

Güzel değil mi? Üstüne bir de Karadeniz doğasının güzelliği katılınca tadından yenmez oluyor! Du…

ÇOK KISA ZAMANDA ÇOK ŞEY DEĞİŞTİ!

Şimdi öyle değil. Çok kısa zamanda çok şey değişti. Dediğimiz gibi ekilecek toprak az, dolayısıyla insanları besleyemeyecek konuma geldi. Çok göç verdi Karadeniz. Ayrıca ürün de değişti. Çayda, fındıkta kotalar bir aileyi geçindiremeyecek noktalara getirdi. Yeni ürünler deneniyor, kivi, yaban mersini…

Ancak giden gitti. 

Bakın bu işleri kimler yapıyordu biliyor musunuz?

Lazona, göç alamayacak kadar küçük bir yer. Ancak insan evladı, binlerce yıldır yerinde durmamış ve tabii yine durmadı. Gidenler oldu, bahsettiğimiz nedenlerle. Ve gelenler oldu. Daha çok dağlık, yayla kesimlerinde yaşayan Hemşinliler, şehirlere yerleştiler. Ve ilk işgücü onlar oldu. Arazi alabilenler, “bir inek karşılığında bir dağ satın aldılar Lazlardan” hikayesi çok anlatılır buralarda. Meci, yerini yarıcılığa bıraktı. Çayını, fındığını toplatmaya yarıcılar çıktı. Ve bir başka işçiler de Gürcüler. Yanı başımızda rejim değişiklikleri ve savaşlarla ekonomik bunalıma giren bir ülkenin vatandaşları, sınır kapısının yaklaşık 20 yıl önce açılmasıyla, Hopa’ya akın etmeye başladı. Büyük şehirlerdeki, sabah erken saatlerdeki işçi duraklarında, burada Gürcü işçiler bekliyor. Büyük bir hor görmeyle işlere koşturuluyorlar. Ev tutabilenler, 5-6 kişilik gruplar ile Hopa’da ev tutuyor ve her gün çalışıyor. Burada aldığı ücretin, Batum’daki ücretten kat be kat yüksek olması, buradaki tüm eziyete katlanmalarına sebep oluyor. Çünkü ne yazık ki burada da, işçiler, (ve hatta tüm yaşayanlar) kimliklerine ve dillerine göre de sınıflandırılıyor. Bir başka memleketten gelmiş olmak ve üstelik yoksul olmak, Gürcüleri bunun en altına itiyor. “Çaliş var çaliş var” diyerek iş arayan işçilerin, anca Batum’da dinleyebileceğiniz hikayeleri ise bir hayli zor. 
Hemşinliler ve Lazlar için ise iş almak daha çok tanıdık aracılığına bakıyor. Aynı mahallede oturmak genelde tercih ediliyor. Ancak ürün o kadar verimsiz hale geldi ki, yarıya çalışacak kişi bulmak bile zorlaşıyor. Ayrıca yarıya iş alan bu aileler, kendi aldığı işi, bir nevi taşeron misali Gürcü işçi tutup, onlara yaptırıyor. 

Velhasıl, Karadeniz’de toprak, üstündeki ve altındaki yeşereniyle değişiyor. Bir zamanlar, meci etrafında türkülerle ortak iş yapan bir kuşağın torunları, şimdi ya büyük bir özlemle o sofradan çok uzakta, ya bir türlü ortaklaştıramadığı işleri, en kârlı yarıya verme derdinde. Mevsimler geçtikçe daha da zorlaşacak bu ilişkiler içinde, en zoru da, bütün bunların sorumlusu onlarmışçasına acısı çıkartılan Gürcü işçiler olsa gerek…

İşte toprağa ektiklerimiz ve yeşerttiklerimiz bunlar. Dilerim bir gün memlekette, meciyi, meciyle özlediğimiz tüm hayalleri yeniden yeşertiriz…

Evrensel'i Takip Et