26 Temmuz 2015 05:09

C. Hakkı ZARİÇ

Biz kırıldık daha da kırılırız
Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza
Cemal Süreya

Kemandan başlayacaktık söze; yaylıların efendisi takvimlerden sızan kanın toprakta kurumaması için yüzünü dönecekti güneşe. Gölgesinde dinlendiğimiz çınar ağaçlarının dallarında sallanan yapraklar mırıltıyla karşılayacaktı bizi. 

Olmayacak düşler değildi; insana yabancı olmayan acıların şarkısıydı dinlediğimiz. Sadece dinlediğimiz mi, bütün olarak ezberlediğimiz, geceleri rüyalarımıza giren hatta.

Orada çocukların uykulu gözlerinde büyüyen soru işaretlerine rağmen dinmeyen zulüm için yeni bir renk olacaktık. Gökkuşağı kıskanacaktı bizi. Yağmur sakladığı yüzünü esirgemeyecekti, düşsel olmaktan sıyrılıp öfkeli bulutlarını sevecek, damlalarıyla selamlayacaktı bizi.

Diyarbakır; ayakta durmanın ve üstüne yürümenin şairlerine yataklık eden kent selam verecekti bize. Posta kutularında çoğalan mektuplar sustalı ışıltısında dizelerle selamlayacaktı bizi. Saçlarımızda gezen elleriyle sevecekti geçmişten bugüne getirdiklerimizi bıçkın delikanlılar.

Gecenin puşt olduğu zamanları soracaktık onlara. Bir köşe başında ensesinden kurşunlanan Ape Musa’yı ya da sevdasına prangalar vurdurmayan Namık Tarancı’yı konuşacaktık. İçimizde köprüler, içimizde tren rayları, içimizde istasyonlar dile gelecekti.

Sonra yekinip peştemalindeki tozu silkeleyecek, bembeyaz başörtüleri ve uzağa bakan gözleriyle adını bir dağdan alan yiğit kızların ve erkeklerin hikâyelerini anlatacaktı anneler bize. Akşamın sesine konuk olduğumuz yerde adını bir dağ çiçeğine armağan etmiş halkın demli ve kaçak çayları yakacaktı içimizi. O anneler uzaklara bakıp içlenecek, gidenin ardından ağıt yakmamanın sözcükleriyle konuşacaklardı bizimle. Mezara değil şelaleye emanet ettikleri gencecik insanların hayatı nasıl sevdiklerini anlatacaklardı.
Yola çıkarken endişe yoktu çıkınımızda. Kadıköy’ün sokaklarında günlerce göz göze geldiğimiz insanların gözlerini de götürüyorduk yanımızda. Tedirgin olan, kaçamak bakan gülümseyenleri... Bebe dişlerini, savruk saçları, yorgun kravatları, muhterem yalnızları da koyduk ellerimizin yanına. Gazete manşetlerini, umarsız sataşmaları, kem ve kin kusanları, umursamazları da aldık yanımıza.

Sadece bunları mı?

Bir dilden bir dile, bir dilden bilmediğimiz bir dile kitapları yüklendik; “motorları maviliklere süreceğiz”, demenin coşkusuyla yürüdük rüzgâra karşı. Marx’ın mezarından koparılmış bir gül gibi saklımızda ışıltısını koruyordu duvar işçiliğinde kullanacağımız çekiç. Taşa biçim verecek olmanın heyecanı içimizde. Ağaç mı mutlu olacaktı yakılmak yerine kütüphane olmaktan, kitap mı mutlu olacaktı dalda konaklayacak olmaktan?

Gidip dünyanın bütün ezilenleri için taşın üstüne taş koyacağımız coğrafyada ateşler yakacak, etrafında halaya duracak ve türkü söyleyecektik. Alnımızda biriken terle biçim bulacaktı buğday. Sabah ekmeğin buğusunu paylaşacaktık. Sınırın o yanı ya da bu yanı ne fark eder! İnsana kıyılan her yer bizim. Bir grev çadırı ya da Kürdistan’da bir toprak parçası vatanımız olabilir. Orada zeytinin siyahını paylaştığımız sürece nefes alabiliriz. Şiirin ve aşkın kollarında esrimenin bütün sevincini yaşayabilir, bir elmanın yeşili dâhil her şeyi paylaşmanın erinciyle zamana kafa tutabiliriz. Burada, hayatın yanı başında el ele, elden ele serili bir sofraya diz kırıp oturabiliriz. Birinin ötekinden güçlü veya yenik olmadığı toplamda gözlerimizin içiyle gülebilir, acıyı bize tapuyla bırakıp gidenler için iyi niyet besleyebiliriz.

Hepsi bu değil, hepsi bu kadar değil. Düştü düşecek, diye meydanlarda kabaran göğsümüzü hafife alanların yanıldığı yerde uykudan korkuyla uyanan çocukları unutmak olmaz. Çocuk oyundur. Çocuk şekerdir. Elma şekeridir çocuk. Pamuk şekeridir. Kırık bir koldur. Bir kitabın ayracıdır. Korkunun değil salıncağındır çocuk. Sığınmanın ya da saklanmanın değil yemyeşil parklarda oyundur baştan ayağa. Yas değil coşkudur çocuk. Mezar taşı değil hayatın kendisidir. Hesapla kurulmuş cümleler değil koşulsuz sevgidir.

Jetlerin sesiyle saçları havalanan çocuklara İzmir’den imbat, İstanbul’dan oyuncak, Rize’den çay götürecektik. Pinokyo’dan, Küçük Prens’ten, Bir Şeftali Bin Şeftali’den bahsedecektik. Hayatın katillerden ve katillere müptela diktatörlerden ibaret olmadığını oynayacaktık onlarla. Bırakmadılar! İzin vermediler o yana geçmemize. Kimin gözlerine kim ne hakla pasaport sorabilir ki?

Suç nedir ki bir uçtan bir uca otobüsler dolusu umutla yola çıkmışken. Sevinci ve kederi paylaşmanın anahtarı elimizdeyken devletin yasaları hangi kapıların kilitli olacağına ne hakla karar verebilir ki?
Ama işte masumların daha çok korkmasını istediler. Korkunun çoğaldığı yerde devletin sinsi karanlığı çoğaldı. Cennetle ödüllendirildiğini zanneden bir çocuk kıydı canlarımıza. En son duyduğum Mozart’tı galiba, Requiem in D minör çalındı kulaklarıma.

Sonrası bildik, sonrası malum. Meftun olduklarımızla sınandık. Barışçıldık. Barıştık. Barışa dairdi bütün düşlerimiz. Çok gittik giderken, dönüş yolunda eksildik. 

Devleeettt devlet! Tapunda kan var devlet tapunda kan!

Evrensel'i Takip Et