Özgün E. BULUT
Dibine kadar suça gömülmüşler. Manşetleri kalplerinin kirini, vicdansızlıklarının rengini taşıyor. Anlattıkları yalanların sırrına inanarak oturuyorlar. Rojava rüyalarından çıkmıyor. IŞİD’in ağır yenilgisi kimyalarını bozdu. Nasıl konuşacaklarını şaşırmış haldeler. HDP’ye ders veriyorlar sadece. Ucuz tarafından salya sümük yorumlar yapıyorlar. Evlilik programları bile onların programlarından daha kaliteli kalıyor. Spor programlarının içi boş yorumcuları bunlardan daha çekilir.
Zamanı biraz geriye alalım burada. 2011 yılının temmuz ayında Norveç’in Utöya adasında kamp yapan gençleri, Breivik adında faşistin biri tarayarak katletmişti. O gün tüm kanallar ve gazeteler bunu ilk haber olarak girmişlerdi. Çoğu da ‘büyük katliam’ gibisinden aktarmışlardı. Doğal olan, olması gereken buydu zaten. Gerçekten de büyük bir katliamdı. Benzer bir katliam bu ülkede yapıldı. Nasıl aktardılar? ‘Aman provokasyona dikkat, aman biz büyük milletiz, aman sağduyu, aman orada ne işleri vardı’ açıklamaları ile geçiştirilerek; hatta haberlere yasaklar getirilerek görmezlikten gelindi. Dalga geçer gibi acılarımızı iğrenç yorumlarıyla bize anlatmaya çalıştılar.
“Onlarca gencin kanları, parçalanmış bedenleri yüzümüze, üstümüze geldi. Şu an hastanede yatıyorum, vücudumda yanıklar var, kulaklarım duymuyor, telefonlarınızı mesajlarınızı cevaplayamıyorum. İyi değilim, iyi olmayacağım, iyi olmayın.” Katliamdan yaralı kurtulan Loren’in sözleri onların sefil yorumlarına yanıttır. Ülkenin vicdanı, gelişmişliği, insanlığı ne yazık ki katliam günlerinde bir kez daha ortaya çıkmıştır. İşte biz, işte onlar. Uçurum böyle bir şey. “Ey başkalarının acısıyla kaygılanmayan, sana insan demek yakışık almaz!” der ya Sadi Şirazi. Aynen böyledir. İnsan olma ile olmama arasındaki çizgi bu kadar küçüktür.
Bizim gördüğümüzü görmüyorlar. Görmedikleri için de iğrençleşiyorlar. Biz çocuklarımızın güzel gülmelerinden ilham alıyoruz. O kadar güzel gülüyorlardı ki, o kadar güzel gülmüşler ki, artık gülmek bile gelmiyor içimden. Gülmekten utanıyorum.
Daha birkaç ay öncesiydi. Seçim ofislerine renk katmıştı bu çocuklar. Birlikte güle eğlene çalışmıştık, ev ev, çarşı pazar gezerken. Onların enerjileriyle omuzlamıştık umutları. Onların gülücükleriyle seçim gününü bitirmiştik. Güzel bir başarıyı birbirimize sarılarak kutlamıştık. Yeri gelmişken seçim sonrası meclisi, koalisyon görüşmelerini ve yapılan açıklamaları da anımsatmak gerekiyor. ‘Bebek katilleriyle bir araya’ gelinmezmiş. Öyle açıkladılar, öyle özetlediler durumu. Maraş’ta, Çorum’da bebek öldürenler kimlerdi diye soruyorum. Hamile kadınları bıçaklayanlardan söz ediyordu gazeteler. Peki ama kimdi bunlar?
‘DELİ ÇOCUKLARA ŞARKI’
Yılmaz Güney’in gençlik öykülerinden birinin adıydı ‘deli çocuklara şarkı’. Kendilerini arayan iki arkadaşın hikayesidir anlatılan. Suruç’taki katliam bana bu öyküyü anımsattı. İsminden dolayı belki. Çocuklarımıza bir şarkı söylemek istememden belki. Dönüp o öyküyü yeniden okudum. “Saat kulesi yerinde yok. Çalmışlar. Deli çocuklar deli çocuklar. Saat kulesini getirin… Sabah olmak üzere. Saat kayıp olduğu için bir türlü güneş doğmuyor. Saati bulmazsak gecede kalacağız… Ertesi gün akşam saati bulduk… Güneş doğdu…” Ah çocuklar diyorum. Ah çocuklar. Kaybolan saati hâlâ bulamadık, bulamıyoruz. Güneş üstümüzde şimdi, ancak ısıtmıyor.
Vahşet günlerinden geçiyoruz. Bilim kurgu filmlerinin canavarları etrafımızda. Büyük insanlık düşlerini paylaşmaya gidiyordu bu gençler. Onların tahrip ettiklerini onarmaya. Kötülükten uzak, kuşkudan uzak. Samimiyet ve güvenlerinin, kötülüğü tanımamalarının bedelini, Furuğ’un yakıcı dizelerini ödünç alarak gökyüzüne doğru yola çıktılar. “Yorgun, solgun ve örselenmiş/ harabe evime gidiyorum/ sizin kentinizden tanrıma/ coşkun kalbimi götürüyorum.”
Yeniden bakıyorum fotoğraflara. Yeniden yakalıyorum gözlerinin derinliklerini ve gülümsemelerinin izlerini. Suruç’tan sonra nasıl bir kalple yolda yürünür, açıkçası bilemiyorum. Şiir nasıl yazılır şu an düşünemiyorum. İmdadıma Filistinli büyük bir şair Mahmud Derviş yetişiyor. “Bizler hayatı seviyoruz, eğer onunla yollara dağılmasak/ Dutun yaprağından ipekböceğinin ipini çalarız,/ gök bizimdir öreriz./ Bu göçü, bahçenin kapısını açarız yaseminler çıksın diye bu güzel günün yoluna.”
Şiirlerle, şarkılarla gökkuşağına doğru umutlarını taşıyorlardı. Oyuncaklara ruhlarını katmışlardı. Kobanili çocuklara masallardan bir dünya götürüyorlardı. Şerden başka sermayesi olmayan cücelerin çelmesi ile sarsıldılar. Hepsi bu değil elbet. Ülkenin vicdanını çarşaf çarşaf ortaya serdiler.
Evrensel'i Takip Et