9 Ağustos 2015 04:52

İrem KARABATAK

Bazen birkaç basit olay ya da kavram yaşamımızdaki önemli anları nisyandan kurtarıyor. Kış, diyorum mesela, tende keskin bıçak. Şehrin içindeki ama şehirden hayli uzak bir parkı hatırlattığında bana, bilin ki orada en az bir, en fazla üç kişi vardır. Biri de Uyarların Turgut’tur. Yaşamımız, unutmamak üzerine kuruludur çoğu zaman. Bankta oturmuşuzdur, elimizde Büyük Saat, geyikli geceye doğru sade ağacın karşısında şiirler okumuşuzdur.
Ağustos’un 4’ü ve 22’si; demektir ki Turgut Uyar. Hesap kolaydan zora doğru; bir yılda dört mevsim, bir mevsimde üç ay, bir ayda iki olay: Yaşam ve Ölüm. Ölüm dediysek laf olsun diye hani, bazı insanlar hep yaşıyor. Şu sokağın köşesinden dönüverince onunla karşılaşıveriyoruz aniden ya da ne bileyim direnirken “Acının Tarihi”ni duyuyoruz güçlü ve inançlı bir sesle:
“İki şeyin apansız karşı karşıya geldiği dünyada
  …
 ben şimdi diyorum ki
 buna inanmak gerek
 bir susam gibi boyuna sulamak umutsuzluğu
 ve direnmek
 hep direnmek devam etmek adına.”
Devam etmek adına hep direnmek. Bu kısmı biraz deşmek istiyor canım. Yeri geliyor, şiirin, kendi acısından memnun bir yara gibi görüldüğünü duyuyorum yakın çevremden. Aşkla kafayı bozduğundan; dünya yansa, sevgiliye bir dize eksik yazmış olmaktan gam tutan bir tavır takınıldığından dem vuruluyor. Şiirin aşkla kafayı bozduğundan yana bir itirazım yok, bu aşikâr. Fakat bu aşk bizzat bütün yeryüzünedir. Yaşama, politikaya, sokağa aşkla bağlıdır şiir. Yeri gelir sevgiliye aldığı çiçeklerin üzerine ismini özenle yazar, yeri gelir iktidara koca bir tokat aşk eder. Burada son söz şudur: Şiir de direnir; devam etmek adına.
Şiir, bir arayıştır esasında. Yazan için de, okuyan için de. Arayan, kendine ve dünyaya dair çok şey bulabilir burada. Haziran Direnişi’nde, örneğin,  yeni bir dünya isteğimizi bulmuştuk şiirlerde. Gayet haklı bir istek idi bizimkisi: İkimiz birden şurada dursun ya, hepimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım! Bazen de bizler, kendimizi ve yeni bir dünyayı aradığımız o dizelerin ta kendisi oluvermiştik. “Turgut Uyar’ın dizeleriyiz!” derken çocukluktan bu yana kafamızın içine tıkıştırılanlara inat, birilerinin kana susayan boğazlarının ve kör heveslerinin askeri olarak ölmeyeceğimizi, Turgut Uyar’ın dizeleri olarak yaşayacağımızı dile getirmiştik.
Şairler, kederi de, sevinçleri de büyük bir ustalıkla gizlemişler dizelere. Bu anlamda, şiir insana benzer biraz. Dizeler kimi zaman öyle büyük bir sırra hâkimdir ki, aklımız ermez. Gerçi, bana kalırsa, şiire akıl erdirmek hem güç, hem de yersizdir bazen. Tıpkı insana akıl erdirmek gibi. Önlüklü yıllardan beri aklımda en çok kalan cümle işte şuracıkta: “Şair burada ne anlatmak istemiş?”  Bazı şiirlerin birileri tarafından açıklanmaya muhtaç olmadığını, bizzat hissedilmeye ihtiyaç duyduklarını düşünüyorum sıklıkla. İkinci Yeni’de kendi adıma bunu bulmuştum sanırım. O insanlar bir şey söylemişlerdi, sözü aşıp öze değmişti söyledikleri.
Büyük bir sırra hâkim olan o dizeler aynı zamanda yaşamı bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermemiş miydi? Olanı olduğu gibi, öylesine yalın ve gerçek anlatmamış mıydı? Görmediklerimizi yahut görmekten kaçtığımız gerçekleri sokmamış mıydı gözümüze? Bunları da yapmıştı elbet, at sırtında taşınan ölülerden kundağa girmeyen bebelere dek gerçekleri “çat” diye vurmuştu yüzümüze:
“acıyı ve ölümleri bırak
  oy pusulalarını ve seçimleri bırak.
  Evet,
  seçimleri özellikle bırak
  çünkü açlık çoğunluktadır.”
Ağustos’un 4’ü. Bir günde iki olay: yaşam ve ölüm. Turgut Uyar ile başlayıp Ahmet Erhan’la bittiğimiz bir gün:
“Kurtarılmış bölgelerin üstünde dingin
   Cennetlere girmeyi beklerken
   Mezar taşlarında adımı buldum.”

Ölüm dediysek laf olsun diye hani, bazı insanlar hep yaşıyor…

Evrensel'i Takip Et