9 Ağustos 2015 04:54

C. Hakkı ZARİÇ

kalın gözlüğünden sırık gibi uzun bakan adam
-ben yozgatlı’yım mevsim değişsin istiyorum
dizimiz dirseğimiz sıyrılacaksa bu hapisten
kaçarken olsun- diyordu
söz cinayet gibi çekiciydi

Öztürk Uğraş

Geceye yürüyen bıçak tetikliyor sözcükleri Öztürk. Gönderinde çırpınan bayrakta vefa yok.  Zamanın kapısı bulutların sessizliğine açılıyor. Mavi, sokakların gözlerine benziyor nicedir. Adını çağlayeşili bir tedirginliğe bırakalı çok oldu günlerin. Mevsimlerden yaz. Günlerden selâ vaktidir.  Polis erketeye yatmıştır ağaç diplerinde, köşe başlarında.
“hiç kimse polis otosunun üstündeki
mavi ışık kadar üzgün değildi”
Orada ateşi şiirle ısıtır, boşalan gök fayda etmez şaire. Su kıymetli bir hazine gibidir Fırat’ın iki yakasında da. İki yakası bir araya gelsin için çırpınan kentin kimliğini köprülerle doğrayanlar, düğmesiz gömlek giydirdiklerine uzaktan bakmanın telaşındadır.
.  .  .
Alana onurla giren annelerin yakasındaki karanfilin kokusu çoğalıyor Öztürk. Bekleyenin gelmeyişinde biriken acı, sofradaki gözyaşının bitimsizliğini vuruyordu yüzümüze.
“tarihçiler gündüz gözüyle korkuyorlardı
it gibi sinmişlerdi
dağlara sakladığımız ağustos’u ihbar ediyorlardı panzerlere”
Bir sahafın sadeliğinde, küf ve kâğıt kokusunda, nem yanıtsız kaldı. Akşamın yorgun adımları göz kırparak selamlıyordu sabah yıldızını. Plastik bardakların içine sakladığımız kızgın damlalar içimize aktıkça çocukluk günleri çoğalıyordu zamanın. Ne kadir bilmezlik, ne telaş. Bazen, evet bazen güzeldir gidecek yeri olmaması insanın. Olmadığı yerde duyumsaması mutluluğu. Olduğu yerde çakılı kalma isteği güzeldir.
Orada çiçeği burnunda şairler dik durmanın ve yanıt vermenin hasadını toplamanın öncesindedir. Şiirinden önce gelen şairlerin diz kırıp bağdaş kuracağı bir mahfil değildir orası. Söyleyecek sözü olanın, yazarak ve yaşayarak karşı gelmenin ışığını çoğalttığı tılsımdır.
Bazen bir gölge gibi süzülür uzak sokaklardan, bazen “sesli konuşun”, diye azarlar dizeleri Öztürk. Sesinde mezarlıklardan kalma toprak kokusu. Bir selvinin gölgesinde dinlendirdiği bedenini taşır dostlarının yanına. Orada dizeleri yormanın anahtarı durmaktadır masada. Orada gelecek düşlerini büyüten ve içlenen insanların gözlerinde biriken buğu girer söze. Ne kaypak bir dil sürçmesi, ne aman dileyen bir kul. Herkes kendi gibi, herkes ötekinin benliğinde kendi yerinden emin.
Zamanın paçalarından kan akarken, balkonlarda mermi yarasıyla sınanırken sardunyalar, acılı kuşlar viran bağlarda kırık dallara konarken, kimse beklemezdi kimsenin yok yazılmasını. Hayattan kaydının kapanmasını beklemezdi kimse. Ne meyhanelerdeki ağzı dolu gülüşler, ne meydanda çınlayan sözcükler avutabilirdi türküleri. Giden sevgiliden geriye kalan enkaz yıkılırdı masaya bazen, şefkat gözyaşı sayımına gelirdi ve boşalan kadehler yanıt olmazdı serin avlunun serçelerine. Bundan belki de mimoza damlatılmış ayrılıklar ve yüz geri edilmiş keder çırpınırdı kapıda. Kimsenin teninde kuşun uçmadığı ne kadar gerçekse, yüzleri cehennem insanların tülsüz pencereden sevinci gözetlediği de o kadar gerçekti. Irak menzile yorulmanın teri birikirdi alnımızda. Ekmeksiz ve susuz yaşayanların çıkmazından kalkıp şiire giderdik. Temmuzda üşüyen gelinlerin hatırsız tanrılarıyla kavga eder, mayınlanmış dağ patikalarında bir ceylanın kılavuzluğuna güvenirdik.
Yalana yaslanamazdık ve adını koymuştu daha başından Öztürk, “söz cinayet gibi çekiciydi”. “ağlarsan zulmün içi yağ bağlar”, diyordu. Şairler öpüşmenin dudaklarında kendinden geçerken bütün kadınlarda Kerime Nadir forsu. Ama beyaz bir beladan ibarettir bu duygu. Nedeni sonranın kalabalığında ya da hiçliğinde tanımlanabilir belki. Kendini yerden yere vururcasına yazmıştır Öztürk oysaki, kendinden geçercesine yazmıştır ve neden olmasın yanıttır, “başım sıkıştıkça seni it gibi seviyorum”.
.  .  .
“Ölürüm,
Resmi sararmam başlar
Parmak izimde bulunur aşklarım”
“Bir yalan borç versene”, diyecek kadar naif bir insanın yazdığı gibi yaşadığına tanık olan insanlar, sonrasında dalgın gözle bakar uzağa. Öztürk’ten sonra yama tutmayan buluşmalar seyrekleşir. Yüzü kızarır akşamların. Çoğalan sorular ve kaçırılan gözler umutsuzluktan değil, yalnız hissetmektendir daha çok.
“Şimdi dilimin uzunluğu kadar
Ölüyorum yavaş yavaş
Hayatım mı abiciğim
Hayatım elinde üç yakut bıçak gibi
Üç gülle geçiyor
Ve bir daha kendime iyice sokulup
Soruyorum
Kaç damla gözyaşı eder Kızılırmak“
Geriye kalan, soruya yanıt bulmak zorundadır. Geriye kalan mezarlıklar müdürlüğünden emekli bir isyandan çalınmış kefen bezine şiir yazmalıdır. Çünkü yakamıza astığımız fotoğraftan geriye kalan gözleriyle bizi gözetlerken de yüreğini göze alıp konuşuyordu Öztürk ve son niyetine olmasa da ağır bir miras bırakmıştı dizelerinde hepimize:
“Lütfen kavga!”

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Yağma iklimi

Yağma iklimi

Enerji şirketlerinin patronlarının bizzat yönetimine girdiği Saray iktidarı, “iklim değişikliğiyle mücadele” adı altında sermayeye yeni kaynak aktarma hazırlığında. İktidarın Meclise getirdiği tasarıya göre karbon emisyonu ticareti sistemi kurulacak, “atmosferi kirletme hakkı” alınıp satılan bir mala dönüşecek. Sistem karbon ticareti zenginleri yaratırken, halka zehir kalacak.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Erdoğan: Dünya bir imtihan yeridir, ekonomik zorluklar gelip geçer.

Evrensel'i Takip Et