23 Ağustos 2015 05:21

Hakan ERDOĞAN

Uzun zamandır “Pazartesi Sendromu” diye bir durumdan söz edilir oldu. Hatta bazı uzmanlar yazılar kaleme alıp belirtilerini sıralıyor, çeşitli tedaviler öneriyorlar. Oysa tıpta henüz pazartesi günüyle veya pazarı pazartesiye bağlayan zaman dilimiyle ilgili herhangi bir hastalık, sendrom vb. tanımlanmış değil. Yeni dertler edinmekte ve onlar için uzmanlar üretmekte ne kadar başarılı olabildiğimizi düşününce, bu şaşırtıcı gelmemeli elbette. Dertlerimiz de vazgeçilmez bir pazar imkânı sunuyor çünkü. Her kim nasıl nasiplenecekse de anlaşılan o ki “pazartesi sendromu” olarak bilinen şey, hakkında deneyimi olan herkesin katkısıyla ortaya çıkan bir fenomen niteliğinde.
İnsanlar, modern tıp literatürüne göre pazartesi günüyle ilgili bir illete yakalanmamış olabilir ama atlarda görülen “Equine exertional rhabdomyolysis” isimli aşırı egzersiz sonrası kas yıkımı ile ilişkilendirilen hastalık, “Pazartesi Sabahı Hastalığı” olarak da biliniyor. Şu durumda gerçekten de “kitabına uygun” bir iş yapacaksak, insanlardan değil atlardan söz etmemiz gerekir. Koşum takımları vurulan, üstüne semer yiyen, gün boyu yük çeken; insandan devşirme biz zavallı atlardan..

ZAMAN KURAMLARI

Temelden almak gerekirse, sorun yine zamanla ilgili. Aristo, zamanı hareketin ölçüsü olarak tanımlamıştı. Batı metafiziğinde bu bağlamda sürekli aşkın mekâna yerleştirilen “zaman”, Newton mekaniğinde de benzer şekilde değerlendirildi. Bu modele göre zaman, maddeden ve hareketten etkilenmeyen, homojen, eşit olarak bölünebilen ve ölçülebilen niceliksel bir kavrama dönüşmüştü. Oysa bunun tam aksine, zaman, maddeden bağımsız ve ona hükmeden bir güç olamaz. Zamanı meydana getiren, ona niteliklerini veren, madde ve onun eylemleridir. Bu çarpık zaman anlayışı hayatımızdaki tahakkümünü halen korusa da, fizik alanındaki gelişmeler zamanı çizgisel ve homojen kabul eden modelin yetersizliğini ortaya koydu. Albert Einstein, Özel Görelilik Teorisi’ni 1905 yılında “Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği Üzerine” isimli yayınında ortaya atarak Newton’ın mutlak zaman kavramını geçersiz hale getirdi.
Einstein, zaman, mekân, hareket, gibi kavramları birbirleriyle daha yoğun bir ilişki içinde değerlendirilmelerini sağlayarak “uzay zaman” kavramı içinde birleştirdi ve böylece bu olgular, mutlak olmayan görece nitelikler kazanmış oldular. Einstein’ın “uzamsız var olmayandır” tanımıyla, kendisine atfedilen aşkınsal özelliklerden kurtulan zaman kavramının gravitasyonel kuvvetler ve cisimlerin hareket hızları sonucunda yavaşlayıp hızlanabildiği, genişlediği, büküldüğü ortaya çıktı.
Bergson’un, Einstein’dan hemen önce felsefe yoluyla ortaya koyduğu zaman kuramı da ardışık olmaktan ziyade “ayrı-türden” bir zaman tasarımı öneriyordu. Ona göre, gündelik hayatta kullanılan, ölçülebilen zaman, gerçek zamanla ilgisi olmayan “mekânlaşmış zaman”dır. Onun yerine “yalnızca doğasını değiştirerek bölünen” şey olarak tanımladığı “süre”yi koyar Bergson. Böylece zamanın türdeş parçalara ayrılması son bularak ona boyut kazandırıcı, yaratıcı ve niteliksel özellikleri iade edilir. Zamanın dinamizmi ancak bu noktada insana özgür, kendiliğinden, parçalanmamış yaşam olanakları sağlamaya başlar. Acımasız olan zaman değil, elinde suç aletine dönüştüğü insandır.
İşte bizlerin; yani atların, katırların, eşeklerin pazartesi günüyle ilgili hastalığa yakalanmamızın nedeni hep tabiatımızla uyumlu olmayan ve yanlış zaman anlayışına dayanan bu saat düzenlemeleri. Ne kadar uğraşsak da bünyemize uymuyor! Kendi bedenimizden, isteklerimizden, içsel düzeneklerimizden köken almıyor; onlardan bağımsız çalışıyor çünkü. Öyle ki küçücük taylar bile ahırdan çıkar çıkmaz bu denetimden nasiplerini alıyorlar. İlkokuldan itibaren pazartesi başlayan ve hayat boyu sürecek, zorluklarla dolu bir döngüye giriyorlar.  İçimizden bazıları önemli bir mevkiye gelip başarılı bir kısrak olduğunda da, iyi bir şirkette sürekli galip gelen bir yarış atıyken de, büyük ağırlıklar altında ezilen bir yük beygiriyken de durum fark etmiyor.

DESPOTİK ZAMAN REJİMİ

Sıkı çalışalım, verimli olalım diye niceliksel zaman kavramı, yaşamın duyumsanmasına izin vermeyecek şekilde tüm faaliyetlerimizi kuşatmış durumda. Ellerimiz ne zaman toynağa dönüştü, hatırlayan var mı? Ayaklarımıza nallar çakılı, istenen yöne gitmemiz için ağzımıza gem vurulmuş, sadece önümüze bakalım diye gözlerimize bize özel aygıtlar takılı. Ve en değerli varlığımız olan yaşamlarımız elimizden kayıp gidiyor. Nasıl mı? Newton’cu modele göre zaman ölçülebilir bir biçimde kurgulanmış olan, homojenleştirilmiş zamana tabii tutulan olaylar niteliksel kaçış gösteremezler. Sonuçta, bu şekilde düzenlenmiş zaman sistemi, despotizmin en önemli kurucu öğesi haline gelir. İlgilendiği olayları eşit şekilde bölmeye ve aynılaştırmaya yetkili hale gelir çünkü. Âşık olma süremiz, çok belirsiz bir duygunun tutkuya dönüştüğü anlar bile hesaplanabilir!
Böylece, tabiatımıza dışsal olan ve yaşamımızın niteliklerini belirleyen bir zaman yönetimi hepimizin pazarının, çarşambasının, perşembesinin nasıl olacağını belirleyici hale gelir. Akşam saat beşimiz, öğlen onikimiz, sabah sekizimiz de artık diğerlerininkiyle özdeştir. Pazartesi-cumartesi arası dilimlere sıkıştırıldıktan sonra otlaklarda özgürce gezinebileceğimiz, ağılda oturup dinleneceğimiz, diğer kısraklarla özgürce kişneyip sohbet edeceğimiz, çay bahçelerinde oturup birazcık soluklanacağımız, sinemaya veya tiyatroya gideceğimiz, taylarımızla oynayıp ailemizle geçireceğimiz zamanları sürekli hesap etmek durumunda kalırız. Pazartesiye atfedilen kaygı bozukluğu ile cuma ve cumartesi akşamlarına hâkim olan eğlence kompülsiyonları (zorlantı) aynı zaman rejiminin eseridir. Çalıştıkça ve kendi yapay dünyamızın üreticisi haline geldikçe boş zamanlarımızın kontrolünü de kaybederiz. Bu zaman rejimi, televizyonları, paket tatilleri, alışveriş merkezleri, tur organizasyonları, festivalleri, konser organizasyonları ve eğlence merkezleri gibi baştan çıkarıcı bütün aygıtlarıyla bizi tüketimin yeniden öznesi haline gelmeye mecbur bırakır. Ödülleri sahibinin toplayacağını unutup sürekli koşturan atla kendisine gösterilen harada özel zaman geçirdiğini sanan arasında fark kalmaz.
Karl Marx, kullanılacak boş zamanı olmayan, uyku, yemek vb. salt fiziksel kesintiler dışında tüm yaşamı kapitalist hesabına çalışmaya giden bir adamın, bir yük hayvanından daha beter olduğunu yazar. Olsun, yine de “pazartesi sendromu”na tutulmayanı daha iyidir!

Evrensel'i Takip Et