Asker yakınlarının tepkileri: Savaşın insan kaynaklarını kurutmak
Foti BENLİSOY
“Musallada cenaze namazını kıldığımız Ahmet kardeşimizi ebedi yolculuğuna herhangi bir mevta gibi uğurlamıyoruz. İnanıyoruz ki şehadet makamına ulaşmış olan bu şehidi uğurluyoruz. Ne mutlu onun ailesine, ne mutlu onun tüm yakınlarına. Peygamberlikten sonra en yüce makam.”
Erdoğan’ın bayrağa sarılı tabuta yaslanarak söylediği bu sözler, hemen ardından Taner Yıldız’ın “Benim amacım Allah nasip ederse şehit olmaktır” ifadesi, “Vatan Millet Sakarya” edebiyatının beylik birer örneğinden çok daha fazlası.
Muktedirlerin “şehadet kültüne” dair en bayat argümanlara sarılması, asker yakınlarının kayıplarına dair acılarını “gelenekselleşmiş” resmi söylemin dışına çıkarak ifade etmeleri karşısında bir ön alma hamlesi. Yakınlarının ölümünü milliyetçi kalıplarla açıklamakla yetinmeyen insanların tepkilerinin görünür olması, devlet katında ciddi bir tedirginliğe yol açıyor. Asker cenazelerine bundan böyle sadece Anadolu Ajansı ve TRT muhabirlerinin alınacağının söyleniyor olması, Hilal Kaplan’ın asker cenazelerindeki “taşkınlıkları” hedef alması, Saim Uslu’nun cenaze “organizasyonuna” teşekkürü, hep bu itirazın nasıl bir korkuya sebep olduğunun işareti.
Gerçekten, alttan alta genç insanların bu savaşta neden kaybedildiğine dair bir hayıflanma, hatta sorgulama hızla yayılıyor. Saray erkânı, “her Türk asker doğduğundan” herhalde, böyle bir tepkiyi beklemiyordu; paçalarının tutuşması bundan. Asker cenazelerinde, sokakta, sosyal medyada “zenginlerin”, siyasetçilerin çocuklarının savaştan mağdur olmadığına, savaşın yükünü sadece yoksulların, “sıradan” halkın çektiğine, savaşın bedelinin eşit paylaşılmadığına dair (aslında sınıf içerikli) bir ahlaki protestoya giderek daha sık rastlıyoruz.
Aslında asker cenazelerinde resmi kalıpların dışına çıkmak sandığımızdan çok daha zor. Savaşta oğlunu kaybeden asker ailesinin, onun vatan yolunda “şehit” olduğu, “terör örgütüne”ne karşı millet için toprağa düştüğü anlatısına sarılması kolay, kolay olduğu kadar da ferahlatıcı. Çünkü bu anlatı acıyı katlanılabilir, böylece yas tutanı da ölümün getirdiği ıstırap karşısında daha “güçlü” kılıyor.
Bayrağa sarılı tabut, devlet erkânının katıldığı cenaze, asker yakınlarının acılarını dışarıya atmalarını kolaylaştıracak yas ritüelleri sağlıyor. Bu devletlû ritüeller, ölüme belli bir anlam vermeyi, dolayısıyla da bir ölçüde rahatlamayı sağlayan bir mana haritası sunuyor.
Ölen askerin tabutu başında eşine “Türk bayrağına sarılı gelin getirdim size” dedirten de annesine, “selvi boylum, kırmızı gelinliğini giydi, geliyor. Kırmızı tacını giydi geliyor” dedirten de hep bu yas ritüelleri ve milliyetçi anlam haritası. Bu kalıptan vazgeçmek, onun verdiği dayanma gücünden feragat ederek ölümlerin bu resmi anlamlandırma biçimine itiraz etmek bu nedenle zor. Ancak bu itirazların yaygınlaşması, tepkilerin bizzat savaşın sürmesini sağlayan “şehadet kültüne” yönelmesi, tam da bu nedenle toplumda ciddi bir kırılmanın işareti.
Bu kırılma şimdilik sadece bir potansiyel. Çünkü savaşın bedelini ödemekten kaçınan, hatta savaş tercihinden çıkar elde eden kesimlerin olduğuna dair popüler hissiyat, henüz kendi siyasal dilini bulabilmiş değil. Örtük, zaman zaman faşizan temalara da bürünebilen, belli belirsiz, “öksüz” bir “muhalefetle” karşı karşıyayız. Bu “muhalefet”, yani savaşın “moral ekonomisindeki” adaletsizliğe dair bu itirazlar, savaşın meşruiyetine dönük bir saldırı halini alabileceği gibi, bizzat savaşı ve savaşanları yücelten faşizan bir söylemin harcını da teşkil edebilir.
Manisa’da asker cenazesinde “Böyle vatan olmaz. Ben helal etmiyorum çocuğumu bu vatana, böyle vatan sağolmasın. Böyle vatana da böyle cumhurbaşkanına da böyle başbakana da yazıklar olsun” diye bağıran annenin hemen akabinde, “Kalleş bunlar, zararlı böcek bunlar. Allahını bilenler öldürseydi helal olsun derdim. Allahsızlar, kitapsızlar öldüreceğine…” diye de feveran etmesi bundan. Birbiriyle tenakuz halindeki temalarla örülü, çelişkili bir popüler bilinç haliyle karşı karşıyayız. Bir yandan Erdoğan’ın dayattığı savaşın anlamsızlığına tepki, diğer yanda on yılların milliyetçi-şoven kalıpları aynı anda karşımıza çıkabiliyor.
Bu nedenle şehadet mistifikasyonunun etkileme kapasitesinde çatlaklar oluşmaya başlaması, bu spontan “muhalefete” bir dil sağlayabilecek bir barış hareketinin yokluğunda pekâlâ daha saldırgan bir muhteva kazanabilir. Yani savaşa dönük tepki, antimilitarist bir içerikle donanmadığı takdirde “milletin işi bizzat üstlenmesini” salık veren Kürt düşmanı bir “linççi” militarizmi de tetikleyebilir. Faşistler “Türkiye uyuma şehidine sahip çık” diye bağırırken bu potansiyele oynuyor. Ancak diğer yandan asker yakınlarının tepkileri, savaş aygıtını paralize edebilecek potansiyel bir gücü de temsil ediyor. Yeter ki kendi antimilitarist dilini bulabilsin, savaşın yarattığı acılara milliyetçilik ve militarizm dışı anlamlar yükleyebilsin.
Bu muhalefetin barışa mı yoksa faşizan reaksiyonerliğe mi yöneleceği, savaş karşıtı hareketin ne yapacağına, bu “dilsiz” muhalefetin derdiyle hemhal olmayı göze alıp alamayacağına bağlı. Savaş tercihinin meşruiyetini berhava edebilecek (“savaş yorgunluğu” olarak da tarif edebileceğimiz) bir popüler hissiyatla karşı karşıyayız. Savaş tercihinin toplumsal tabanı belki de ilk defa bu kadar daralmış durumda. Bu hissiyatla bağlantıya geçmenin yol ve yöntemlerini bulabildiğimiz takdirde, onun diliyle konuşmayı becerebildiğimiz ölçüde savaş karşıtı hareketin boyutları tüm beklentilerimizin ötesine geçebilir. Yeter ki savaş karşıtlığının (o moda tabirle) “kendi mahallemizin” sınırlarının çok ötesine taşan potansiyellerinin farkına varalım.
Etkili, kitlesel bir barış hareketinin yaratılamayışının önemli bir nedeni, hayatını kaybetmiş askerlerin yakınlarına ulaşamamış, onların acılarına nasıl bir anlam vermemiz gerektiği üzerinde kafa yormamış olmamız. Şehitlik ritüellerini ölümü kutsayan ideolojilerine eklemleyen faşistlerin eli bu hususta çok rahat. Tehlikeli olan da zaten bu; yani asker yakınlarının tepkilerinin faşist hezeyanın elinde istismar edilerek Kürt karşıtlığına koşulması. Buna müsaade etmemek için doğrudan doğruya asker yakınlarının acı ve tepkilerine seslenen bir dile ve eyleme yollarına ihtiyacımız var. Onların hassasiyetlerini dikkate alan, tepkilerindeki şoven koşullanmışlıkları talileştirerek yaşamı ve barışı öne çıkartan sade bir ses oluşturmalıyız. Bu elbette “ha” deyince olacak bir şey değil. Ancak bu yolda atılacak küçük adımlar dahi, savaşın toplumsal tabanını daraltma ve dolayısıyla da savaş aygıtını işlemez kılma noktasında bir hareketlenmeyi kışkırtabilir.
“Söz konusu olan çocuğundur ana/ Koru onu, dikil karşılarına” diyen Brecht’in sadeliğinde, “nahif” bir antimilitarist dilin apolitik olduğunu sanmayalım. Çocukları, yakınları askerde olanlara hitap eden, onları çocuklarına ve yaşama sahip çıkmaya çağıran bir kısa bildirinin ya da askere alma şubelerinin önünde gerçekleştirilecek “performatif” eylemlerin dahi hiç beklemediğimiz etkileri olabilir. Bir yerlerden başlamak gerek, gerisi gelecektir; önemli olan gözümüzü ve kulağımızı oraya, savaş dayatmasının bu gerçekten “zayıf karnına”, savaş makinasının “insan kaynaklarına” dikmek.
“Vatan söz konusuysa gerisi teferruattır” diyen militarist irasyonaliteye karşı o teferruat denip geçilen insanların sağ olmasının esas olduğunu hatırlatan bir kolektif çığlığa ihtiyacımız var. Ancak “vatan sağolmasın” diyebilen her sese sesimizi katabildiğimizde mümkün olabilecek bir çığlık.