‘Vatan sağ olsun’ demeyen asker anneleri barışa umut olur mu?
Sevda KARACA
İstanbul
3 yıllık çatışmasızlık sürecinin belki de en değerli yönü can kayıplarının yaşanmaması idi. Bugün çözüm süreci sarayın buzdolabında rehin tutulurken, her gün artan sayılarda insan hayatını kaybediyor. Bu savaşta bir tarafın kayıplarının cenazeleri günlerce sıcağın altında bir kamyonet arkasında çürümeye terkedilir, işkence görmüş cansız bedeni çırılçıplak sergilenirken, diğer tarafın kayıplarının cenazeleri törenlerle kutsandı. Ama çok iyi bilinen birşey vardı ki; her ne kadar “o taraf, bu taraf” diye ayrıştırmaya çalışsalar da iki tarafın da acısı ortaktı. Devlet söylemi asker ailelerini hep bir “cephanelik” olarak gerektiğinde savaşın toplumsal cephesine sürmek üzere bir kenarda tuttu. Ulvileştirilen ölüm, vatanın sağ olması için olmazsa olmazlardan ilan edildi. Ve bütün bunlar özellikle asker yakını kadınlara biçilen rollerle meşrulaştırılmaya çalışıldı.
Ama, daha düne kadar asker cenazeleri “Vatan sağ olsun” cümlesiyle anılırken, bugün değişen birşeyler var. Sorgulayan feryatlar, iktidarı hedef alan sorular var. Vatan neden hep yoksulun çocuğunun ölümüyle sağ oluyor? Sahi, bu savaş kimin savaşı, neden hep bizim evlatlarımız ölüyor?
Bugün tepkilerini alenen ortaya koyan, “Böyle vatan sağ olmasın” diyen, “çözüm diyenler neden şimdi sonuna kadar savaş diyor?” diye soran asker aileleri ne oldu da eskisinden farklı tutum almaya başladı? Asker yakını kadınların tepkilerinin ayırt edici bir biçimde iktidara yönlenmesinden nasıl sonuçlar çıkar? “Şehit annesi” diye kutsallaştırılırken sözü, talebi kaybedilen kadınların bu karşı çıkışlarının barış mücadelesi açısından anlamı nedir?
Akademisyen Burcu Şentürk, asker ve gerilla aileleriyle yüz yüze görüşerek hazırladığı tezini “İki Tarafta Evlat Acısı” ismiyle kitaplaştırmış ve resmi törenlerde acılarına devlet söylemiyle ipotek konmuş asker ailelerinin “Vatan sağ olsun” derken gerçekte ne hissettiğini, savaşı nasıl değerlendirdiklerini ve nasıl bir çözüm öngördüklerini anlatmıştı. Bu çalışmasında pek çok kadınla görüşen Şentürk’le asker yakını kadınların dünü ve bugünü arasında değişeni anlamak ve yukarıdaki sorulara cevap bulmak üzere buluştuk.
Çatışma sürecinin yeniden başlamasıyla beraber asker-polis cenazeleri gelmeye başladı. “Şehit annesi” üzerine resmi söylem de hızla devreye sokuldu. Ancak, alttan alta genç insanların bu savaşta neden kaybedildiğine dair sorgulama geçmişe göre daha hızla yayılıyor. Siz, bu sorgulamada geçmişten farklı ne görüyorsunuz?
“Asker annesi” bir sunum, bir temsiller paketi aslında. Çocuğunu kaybedip “Bir çocuğum daha olsa onu da gönderiririm, feda olsun” söylemi gerçek bir duruma değil, kurgu bir anneliğe özgü bir söylem olabilir en fazla. Bu temsile göre “Vatanını savunmak üzere evladını fedakarca, gözünü kırpmadan gönderen aileler, anneler” var. Ama bir de gerçeklik var, etiyle kemiğiyle gerçek insanlar, gerçek acılar... Geçmişte, kurguyla gerçek arasındaki makasın kurgu lehine kapandığı bir durum vardı. Bugün makas gerçeklik lehine açılıyor, gerçek duygular ve tepkilerin ortaya çıkabileceği çatlaklar büyüdüğü için bu tepkiler daha görünür oluyor.
Bu tepkilerin daha görünür olmasının arkasında ne var peki?
“Vatan sağ olsun” lafı zaten sadece anlık olarak söylenen, sonrasında ise ancak “şehit annesi” kurgusu içinde bir şey ifade eden bir laftı. Kadınlar kendi başlarına kaldıkları zaman “Vatan ne, millet kim, çocuklarımız kim için öldüler” sorularını kendilerine soruyorlardı. Ancak bu sorgulamalar yaratılan şehit annesi kurgusuna uymadığı için kamusal alana taşınamadı. “Vatan sağ olsun demiyorum” diyen tek tük asker yakını ise toplumsal destekten yoksun bırakıldı. Ama artık ‘90’larda yaşamıyoruz. Çatışmasızlık süreci insanlarda istenirse bu savaşın durdurulabileceğine ilişkin bir fikir oluşmasını sağladı. Silahlı çatışmayı “vatan müdafası”yla değil “saray”la özdeşleştiren, politik figürlerin iktidar istekleriyle bağdaştıran bir gündelik politika söz konusu artık. Bunu ortaya koyan en belirgin aile tepkisi ise Yarbay’ın tepkisi oldu. “Düne kadar çözüm diyenler şimdi ne oldu da savaş diyorlar” sorusu meşru, yerinde ve herkesin aklındaki soru olarak dillendirildi, hem de meşruiyeti sorgulanamayacak bir figür tarafından. Çatışmasızlık döneminin “Siyaseten çözüm mümkün” fikrinin yaygınlaşmasında çok ciddi etkisi var. Ama ben Gezi sürecinde toplumun yaşadığı zihinsel değişimin de çok etkili olduğunu düşünüyorum. Gezi süreci, asker ailelerinin de kendilerine biçilen dili değil, gerçekte hissettikleri dili konuşmalarında etkili oldu.
‘ANALAR AĞLAMASIN’ SÖYLEMİ KADINLARI DİLSİZLEŞTİRİYOR
Asker yakınları içinde kadınların tepkilerinin ayırt edici bir yönü var mı sizce? Lafı geldiğinde hep “analar ağlamasın” diye etiketleniyor “barış” sözü, peki anaların ne dediğini duyabiliyor muyuz gerçekten?
Asker yakını kadınların erkeklerden farklı olarak daha talepkar bir isyan içinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu talepkar isyan, toplumsal barış talebinin en çok kadınlar tarafından sahiplenildiği bir durumu ortaya koyuyor. Asker annelerinin ağladığını değil, feryat ettiğini görüyoruz. “Analar ağlamasın” söyleminin kendisi, asker annelerini edilgenleştiren bir söylemdi, zaten analar ağlayan değil, daha çok hesap sorucu bir feryadı ortaya koyan oldular hep. Ancak, toplumsal hayatın her alanında olduğu gibi burada da kadınların hislerinin, fikirlerinin ev içlerinde yaşanması için siyasal olandan ayrıştırıldıklarını görüyoruz. Mesela şehit aileleri derneklerinde erkekleri, şehitliklerde kadınları görürürüz. Şehit ailelerinin bir mesele hakkındaki fikirlerini hep erkek yakınlar dile getirir. Ama söylem “Analar ağlamasın” olur. Bu durum, kadınların gerçek taleplerinin ve sözlerinin görünür olmasına set çekiyor. Analar ağlamasın söylemi, kadınları sözsüz, dilsiz, talepsiz, fikirsiz gibi imliyor.
Bugün çocuklarını kaybeden asker annelerinin, eşlerinin tepkileriyle, sizin araştırma yaptığınız dönemde gösterilen tepkiler arasında bir fark var mı?
Eskiden, “Vatan sağ olsun demeyeceğim” feryadını yükseltebilen aileler kaynaklara daha çok ulaşabilen, sosyoekonomik düzeyi daha yüksek ailelerdi. Bugün ise tabansal olarak bir yayılma ve çeşitlenme söz konusu. Sadece sayısı değil, sınıfsal tabanı da farklılaştı “Çocuğumu feda etmiyorum” diyen kadınların. Ama bu kadınların toplumsal hareketlerle ilişkisi çok sınırlı. Gerilla anneleriyle karşılaştıramayız mesela; gerilla ailelerinin aynı zamanda hareketle de bir buluşması, hem fikren hem cismen hareketin bir parçası olması durumu var. Asker yakını kadınlar ise çocuklarının ölümü ile politik bir arenaya sokuluyorlar. Kendi istekleri dışında oluyor bu. Devletin, iktidarın ideolojik bir silahı olarak ele alınıyorlar. Çocuklarının ölümü ile “siyasal olanın” parçası haline getirilen ailelerin bir anda sınırları devlet tarafından çizilen o “siyasa”nın dışına çıkıp söylemi yerle bir etmeleri beklenemez. Ama çatlak buldukça sızacak bir altyapı olduğunu, bugün bu çatlakların daha da genişlediğini söylemek mümkün.
YÜKSELEN TEPKİLER KADINLARIN BARIŞ MÜCADELESİNİ GÜÇLENDİRECEK
Savaşı bitirecek olanın asker anneleriyle gerilla annelerinin barış için buluşması olduğu fikri çok dile getiriliyor her kesim tarafından. Ne dersiniz bu fikre? Yükselen bu tepkiler bu buluşmanın olanağı mıdır?
Sadece asker aileleri ile gerilla ailelerinin buluşması değil savaşı bitirecek olan. Bu zamana kadar yaşanan savaş hakikatlerinin ortaya çıkarılması ve tazmin-telafi edilmesi, konuşulması, tartışılması, en azından buna başlanması lazım. Toplumsal olarak kaybettiğimiz şeylerin telafi edilmesi lazım. Barış denilen şey bir süreç. Barış, toplumsal bir dönüşüme ihtiyaç duyar. Ama bir o kadar da somuttur. Bir insanın bir şeyi istemesi için, o şeyin hayatını ne kadar değiştirdiğini görmesi lazım. Gerilla ailelerinin hayatının tümü baştan aşağıya şiddetle şekillendiği için barış onlar için çok somut bir şey. Asker aileleri ise çocuklarının ölümüne kadar savaşa dahil hissetmemiş kendini. Savaşa dahiliyet çocuğunun kaybıyla oluyor. “Artık barış olsa da oğlum geri gelmeyecek” diye düşünüyor. Çocuğunun kaybını anlamlandırabilecek bir duygu dünyasına ihtiyaç duyuyor ve bu zamana kadar o duygu dünyası hep uhrevileştirilmiş bir “vatan, millet, düşmanlara karşı savunma” mitiyle şekillendirilmiş. Bunu bir kenara koymak o kadar kolay değil. Politik bir bilinçle kendisi için mümkün olmayacak olanın başkaları için mümkün olacağını görmek ve bu yönde talep geliştirmek mümkün, ama henüz o aşamada değiliz. Ben barış talebinin toplumsallaşmasında ve bir taraftan barış talebinin daha yüksek haykırılmasında öznenin, evlatları ölmüş aileler değil ama çocukları askere gidecek olan, çocukları şu an askerlik yapan aileler olduğunu düşünüyorum. Eğer bir buluşma olacaksa bu kesimlerin bu buluşmaya kazanılabileceğini düşünüyorum.
Bir yanda sarayın dayattığı savaşın anlamsızlığına tepki, diğer yanda on yılların milliyetçi-şoven tepkileri aynı anda karşımıza çıkabiliyor. Tepkilerde ibrenin şoven duygulara doğru değil de savaşın anlamsızlığına olan vurguya dönmesi nasıl mümkün olabilir?
Böylesi çelişkiler taşısa bile “Bu savaş kimin savaşı” sorusunun evladını kaybetmiş bir kadın tarafından sorulmasının çok önemli olduğunu, tüm toplumu dönüştüreceğini düşünüyorum. Günümüzdeki “şehitliğin” o kadar da kutsal bir amaç olmadığını görebilmek, asıl düşmanın kim olduğuna ilişkin sorgulamayı da beraberinde getiriyor çünkü. Ancak savaşın aynı zamanda kaynakların eşit dağıtılmasının, hakların kullanılmasının önünde bir engel, günlük hayatı bozan, bozuşturan bir şey olarak tartışılmaya, konuşulmaya başlanması ibreyi tersine çevirebilir. Barışın insanların hayatına değen somut yönleriyle gösterilmesi bu savaşın anlamsızlığına ilişkin meşru soruyu daha da toplumsallaştırabilir.
İktidar ne kadar önlem almaya çalışırsa çalışsın, bu tepkilerin artacağını düşünüyorum. Bir değişim anındayız, HDP’nin barajı aşması bir çok dengeyi olumlu anlamda sarstı. Bu değişim anında ortaya çıkan çatlaklardan muhalif sesler daha çok yükselecek. Kadın mücadelesi açısından da bu muhalif seslerin yükselmesi, kadınların barış mücadelesinin ulaştığı kesimleri zenginleştirecek, cinsiyet çelişkisini daha toplumsal bir zeminde tartışmaya başlayacağımız bir dönemi de doğuracak.
ÖLENLERİN YOKSULLUĞU BARIŞIN KİMİN İHTİYACI OLDUĞUNU GÖSTERİYOR
Ölen askerlerin hep yoksul ailelerin çocukları olmasının barış talebinin toplumsallaşması açısından etkisi var mı sizce?
Ben “İki Tarafta Evlat Acısı” çalışmamdan birkaç sene sonra kentsel dönüşümle ilgili bir başka araştırma yaptım. O sırada çok çarpıcı bir şeyle karşılaştım. Kentsel dönüşümle karşı karşıya olan bu yoksul mahallelerde çaldığım her kapıda hayatını bu savaşta kaybeden bir askerin yakını vardı nerdeyse. Kendi kendime dedim ki, 3-4 yıl önce boşu boşuna şehit aileleri derneklerini dolaşmışım, gecekondu mahallelerini dolaşsaydım eğer, daha doğrudan bir gerçeklikle buluşabilecektim. Bu gecekonduların kimisi AKP’nin yoğun oy aldığı, kimisi ise solun kalesi filan olarak bilinen yerler, yani ideolojik bir bütünlük yok. Ortak nokta; yoksulluk. Asker aileleri, kendilerine sınıfsal bir aidiyet çizmese de hemen hemen hepsi şehit ailesi olmayı garibanlıkla, yoksullukla özdeşleştiriyor. Çocuğunu çatışma bölgesine göndermeyecek olanağa sahip olmayan, yani bedelli askerlik yaptıramayan, askeriyede ya da bürokraside bir tanıdığı olmayan, torpil ayarlayamayan.... Bu, barışın kim için ihtiyaç olduğunu da gösteriyor ama asker annelerinin toplumsal bir hareketliliğin parçası olamaması, bu ihtiyacın bir talebe dönüşmesinin önündeki önemli bir engel. Bu nedenle toplumsallaşan bir barış talebinin öznesi olmaları henüz mümkün değil. Asker anneleri, çocuklarının ölümüyle siyasalın hedefine konan, ancak cenaze töreninin hemen akabinde kendi acılarına ve kayıplarına terk edilen, ihtiyaç dahilinde yeniden söylemsel olarak kullanılan bir kesim.