Toplumsallaşan öfkede beliren umut
Sınırları aşıp köprüler kurduk önce, sonra var olana isyanla yetinmeyip hayaller kurduk. Sınırsız ve sömürüsüz bir dünyayı hayal ederken, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin savaş tamtamları arasında korumamız gereken en önemli şeyin ‘barış’ olduğunu gördük.
Fatma KESKİNTİMUR
“Bunu da yazın ne olur” feryadında yankı bulan isyanın, yalnızca bir yakınını kaybetmiş, tabutu başında onun yokluğuna duyduğu kişisel öfkesini haykıran bir eşten, sevgiliden, kardeşten ya da anne babadan ibaret olmadığı gerçeğiyle yüzleştik, her gün yeni cenazelerin geldiği son süreçte. Evet, kaybedilenin acısı büyüktü ama adi bir cinayet değildi bu kayboluşlara sebep. O nedenle asker, polis cenazelerinde gizlenemez, üstü örtülemez, sesi bastırılamaz bir netlikle açığa çıkan öfke, AKP’ye ve Erdoğan’a yöneldi. “Saray” oldu saltanatıyla acılı yüreklerin ilk gözüne batan. Bedeller kıyaslandı sonra… 18 bin lirası yoktu ki, “Olaydı yollamazdım seni askere” diye ağlayan ananın! Canlar bedel yazılırken yoksulun hanesine, en can alıcı soru geldi dile: “Çözüm çözüm dediniz, şimdi bu ölümler niye?”
Tabut sayısıyla oy sayısının ölçüldüğü bir tür anket aritmetiği ile siyaset yapanların, siyasi rant pahasına “feda ederiz” dedikleri çocuklar, sahipleniliyordu işte. Kimsenin değil, annesinin oğluydu, o yaşamıyorsa “vatan” diye bir şey de yoktu! Acı giderek öfkeye döndü, şehit cenazelerinde “vatan sağolsun” yerine “sizin de çocuklarınız ölseydi anlardınız” feryatları yükseldi. Siyaset arenasının zorunlu ‘malzemeleri’ olmayı reddeden aileler, suçlu da ilan edilseler, yerine neyi koyacaklarını henüz bilmeseler de savaşın, en azından kendi paylarına düşen yakıcılığına karşı çıkmaya başladılar.
Bu yaşananlar, belki de ’90 larla kıyaslandığında “Yine mi aynı dehşete dönüyoruz?” tedirginliğinin yanına umudu yerleştiren en önemli gelişme oldu.
Evet, ’90 lardaki cinayetler, hukuksuzluklar, Kürdistan coğrafyasında yeniden devreye sokulan özel katliam örgütleri, Yüksekova’da, Cizre’de, Silvan’da, Varto’da, Lice’de o yılları aratmayan görüntüler… Siyasi partilere linç kampanyaları, sivil toplum örgütü temsilcilerine gözaltılar, baskınlar… Topyekun bir savaş konseptinin hayata geçirildiği, her türlü demokratik talebin “suç” sayılabildiği, içeride ve dışarıda savaş politikalarında ısrar edileceğinin sinyallerinin verildiği bugünlerde, ezberi bozan “şehit aileleri”nin isyanı oldu. Çünkü savaşı halklar arasındaymış gibi göstermeye çalışan ve bir halkı “terör”le yaftalayıp ötekileştiren politikalara inat, “Savaşına taraf olmayacağız”, “Sarayın savaşı için çocuklarımız ölmesin” diyenlerin sesi duyuldu.
Bu ses, önümüzdeki dönemde savaş halinin öyle kolay kabullenilmeyeceğinin ve iktidar olanların uluslararası ve bölgesel çıkarlar uğruna hayata geçirdikleri savaş konseptinin karşısında önemli bir “barış” cephesinin örülebileceğinin göstergesi aslında. Bunun için umut, en çok da o cenazelerdeki tepkide.
ŞİMDİ YERDEKİ TÜLBENTİ KALDIRMA UZANAN ELİ TUTMA ZAMANI!
Yıllardır OHAL perdesi altında, devletin inkâr ve imha politikalarına maruz kalan, oğulları ve kızları yüzünü dağlara dönmüş, köyleri yakılmış, göçe zorlanmış, ölümün, tecavüzün, işkencenin her türünü yaşamak zorunda kalmış, en son ölü bedenleri bile fethedilen bölgelerden sayılarak zafer pozlarıyla işkenceye maruz kalmış bir halkın kadınlarından yükselmişti barış sesi ilkin… Sevdiklerini bir bir toprağa veren Kürt kadınları, beyaz tülbentleri barış sembolü yapıp atmışlardı yere… Bu, “barış olsun” demekti, “artık yeter, çocuklarımız ölmesin” demekti… Savaşta karşı karşıya gelenler bizim çocuklarımız ve biz düşman değiliz” demekti… Yüzyıllık bir geleneğin, geleceğimizi aydınlatmak için dile gelmesiydi. Ve en önemlisi, cesaretle yükselen bu ses, kadınların sesiydi… Yok sayılan, ihtiyaçtan öte varlığı önemsenmeyen, sesi kısılan, toplumsal rollerinin dışına çıkmasına izin verilmeyenlerin sesi!
Kürt kadınları, yıllarca süren deneyimlerinden ve kimlikleri için verdikleri mücadeleden öğrenmişlerdi özne olmayı. Barışı inşa edecek yegâne gücü kendinde görenlerin cesaretiydi, onları silahların önüne kalkan yapan. Bugün de neresi varsa silahların gölgesinde, Kürt kadınlarının “barış” nidalarıyla yankılanıyor yine. Ama bir farkla! Kürdistan’daki ses bu kez seni çağırıyor, beni çağırıyor… Şehit annelerine sesleniyor gerilla anneleri… “Biz yan yana gelirsek bu savaş biter”, “Biz kol kola girersek, silahlar susar” diye haykıran bu çağrıya henüz yanıt sayılmaz ama “çocuklar ölmesin” denilmesi, savaşın nedeninin sorgulanması ya da bir diğerinin acısıyla empati yapılması bile umutlandırmaya yetiyor bizi.
BARIŞA HEPİMİZİN İHTİYACI VAR!
Elbette üç yıldır süren çatışmasızlık hali ve ölümlerin durması, ülkenin sadece bir kısmında değil, tamamına yakınında memnuniyetle karşılanmış, savaşın üstünü örttüğü başkaca hak gaspları ve eşitsizlikle ilgili de mücadele olanaklarını artırmıştı. Barışın dili hakim oldukça, emek ve demokrasi alanında birleşik mücadelelerin önü açılmış ve devletin Kürtleri inkâr ve imha politikalarını hayata geçiren siyasi iktidarlar da sorgulanır hale gelmişti. Bütün bu dönemin en önemli mücadelelerinden biri de kuşkusuz biz kadınların verdiği eşitlik ve adalet mücadeleleri oldu. Savaşın sisli ortamında dile gelmeyenleri fısıldadık önce birbirimize, sonra hemen her yerde yakamızı bırakmayan şiddete karşı birleştik adliye koridorlarında. İşyerlerimizde, mahallelerimizde, sokakta ya da okullarımızda taleplerimiz birleştikçe mücadelemiz de büyüdü. Sınırları aşıp köprüler kurduk önce, sonra var olana isyanla yetinmeyip hayaller kurduk. Sınırsız ve sömürüsüz bir dünyayı hayal ederken, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin savaş tamtamları arasında korumamız gereken en önemli şeyin ‘barış’ olduğunu gördük.
Şimdi daha iyi biliyoruz, “Barışa hepimizin ihtiyacı var” ve gerilla annelerinin asker annelerine yaptığı çağrıda olduğu gibi “Biz yan yana gelirsek” bu savaş bitecek!