Kaan KOÇ
Bir elimde çekiç, diğerinde bir çivi. Çiviyi duvarla öpüştürüp başlıyorum vurmaya. Bir, iki derken kayar gibi oluyor parmağıma çekiç. Daha önce hiç duymadığım bir korkuyla çarpışıyorum; ya elime bir şey olursa? Birkaç saniye duraksıyorum, ya elime bir şey olursa? Ardından birkaç saniye daha durup şunu soruyorum kendime; bunun korkusuna niye düştüm şimdi? Ne olur yani elime bir şey olursa? Olmamalı. Çekiçle çiviyi bir kenara bırakıyorum. Ellerimi korumalıyım. 13 senedir yazıyorum, ilk kez gündelik bir hareket içindeyken ellerimin üstüne titredim.
Tüm siyasi analizleri, gelecek okumalarını, küresel politika aktörlerini falanı filanı bir yana bırakıp son yılları tek bir cümle, tek bir fırça darbesiyle anlatabilir miyiz acaba? Penceremden görünen, plazalarla yoksul evlerin kucak kucağa oluşturduğu peyzaja bakıp şöyle diyebilirim belki; ellerimizden başka hiçbir şeyimiz kalmadı. Döndük başa. Başa döndük ama başta değiliz. Ellerime iyi bakmalıyım; çünkü mesele, Marquez’in dediği gibi yine; “Kendime bir savaş yemini ettim; ya yazacaktım ya da ölecektim.” Dostlarım vardı; iyice evlerine kapandılar artık, yoklar. Arkadaşlar birbirlerinden korkuyor şimdi, herkes her türlü muhabbetin arkasında “acaba bu oyunu kime verdi, acaba bu tezkereye sevindi mi” diye düşünüyor. Evlatlar, babalarıyla evde artık siyaseten de kavgalı, annemizin umutsuzluğunu yatıştırmak için televizyonu kapatmalı. Anneleri siyasete bulaştırmamalı. Sevgilimize de şunu anlatmalı; dik dur, bu dünyada insan insanı hep öldürmüştür ama acının heybesini taşırken ağlamaya başlayan yok hükmünde görülmüştür. Bu yüzden en güçlü barikatın el ele tutuşmuş insan zincirlerinden oluştuğuna inandım ben. Çünkü dediği gibi Nazım’ın, “tanrı, ellerimizdir.” El ele tutuşanlar ölülerimiz bile olsa, aşılması pek mümkün değildir öyle.
Hayatımın hiçbir döneminde düzyazı yazmaya çok düşkün olmadım. Tüm enerjimi, bütün kelimelerimi hep şiire yönelttim. Fakat Gezi’den beri, öksürerek bir şeyler üretmeye çalışan bir fabrika gibi durmadan düzyazı yazıyorum. Sanki her gece başka bir yerde sahneye çıkan kötü şarkıcılar gibi hissetsem de bazen kendimi, mühim değil. Nasıl göründüğüm mühim değil. Yazmak neyi, nasıl değiştirir bilmiyorum. Sadece Kieslowski’nin “Sinema hiçbir şeyi değiştirmez; ama insanların birçok şeyi anlamalarını sağlar. Dünyayı değiştirecek olan şey filmler değil, o filmleri izleyen insanlardır.” deyişine inanıyorum. Ölmemek için yazıyorum, yazıyoruz, ellerimizi kullanıyoruz. Tüm diktatörler arkalarına tanrıyı alır ve tek bir şeyden korkarlar bu yüzden; ellerden. Çünkü esas yaratıcı, parmaklarımızdır. Çünkü tanrı, aklımızın ve yüreğimizin suya açıldığı limanda, parmaklarımızın ucundadır. İşte ben de, artık duvara bir çivi çakarken bile, elimi yok yere incitmekten korkuyorum. Artık iyice onlara muhtaç olduğumun farkındayım; yazmalıyım. Yazmalıyım çünkü korkmuyorum. Yazmalıyım çünkü çok yorgunum ama düşkün değilim. Ne zaman bir çocuk ölüsü görsem her şeyi bırakıp kendi ölümümü beklemek istediğimi fark ediyorum ama Marquez’in yeminine sarılıyorum. Tabutların başında siyasetçiler, siyasetçilerin üstünde tanrısı çalınmış bir gökyüzü, gökyüzünün altında biz insanlar ya devlet kurşunuyla ya da devlet düzeniyle ölümü bekliyoruz. Devlet babamız bize bir aile atıyor, dünyaya getirtiyor, elimizden tutup okuluna sokuyor ve orada beynimizi yıkıyor, sonra askere götürüyor ve bize düzenli bir aile kurup emekliliğini bekle diyor. Sadece bu hikayenin sonunda yan yana yatabiliyoruz. Toprağın çatlaklarından sesimiz duyulmasa da... Mağlubuz ve bu yüzden durmadan üretmek, ellerimizi kullanmak zorundayız. Çünkü biz henüz zihinsel evrimi hala süren bir eserin kusurlu yolgeçen hanlarındayız. İletmek, taşımak zorundayız. Ellerimizle; ister bir domates fidesini toprağa, ister bugünün tanıklığını bir deftere.
Tepemizdeki zalimler ne silahtan ne güçlülerden korkuyor. Hastalardan korkuyor onlar, tükenmişlerden, güçsüzlerden. Bu tıpkı, bir kavgada yere devirdiğiniz adamın aşağıdan suratınıza bakması gibidir. Soluyarak, dişlerini sıkarak. Kalktığı zaman ne olacağını bilirsiniz. Bu yüzden öldürdükleri insanların yakınlarına dava açıyorlar, Ethem’in ailesini ölümle tehdit ediyorlar işte. Onların, güçlüyü ve karşısında dikileni çiğneyip geçmek için tankları var, kolluk güçleri var, paraları var ama avuçları yok. Ve bir diktatör, artık ellerinden başka hiçbir şeyi kalmayan birini yok edemez. Yahudi bir esirin, Nazi kamplarındaki hücresine yazdığı cümle hala durur mesela; “Eğer bir tanrı varsa benden af dilemesi gerekecek.” Ya da yine Nazım’ın dediği gibi “diyetimi istiyorum, Adnan Bey, / göze göz, / ele el, / bacağa bacak, / diyetimi istiyorum, / alacağım da.”
Evet. Yalnız bu ülkede değil, bu coğrafyada milyonlarca insan diyetini istiyor. Alacak da. Çünkü burası bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi değil, bizim ülkemiz. Ve bu yolgeçen hanına uğrayıp acı çeken ve sonra da çekip giden elleri miras belliyoruz. O mirasla, duvara çivi çakarken bile korkanlar olarak biz, çekicimizi daha ileri fırlatmanın peşindeyiz. Fırlatacağız da.
Evrensel'i Takip Et