13 Eylül 2015 04:55

Fatih POLAT

Türkiye’de merkez basının “amiral” gazetesi Hürriyet’in, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Dağlıca saldırısı sonrasında katıldığı bir televizyon programındaki sözlerini çarpıttığı iddiasıyla uğradığı saldırı, bir yandan içinde bulunduğumuz konjonktürün özelliklerine işaret ederken, diğer yandan da, bu saldırıyı var eden güncel dinamiklerle birlikte, tarihsel referansları da görmeyi gerektiren bir nitelik taşıyor.

Hürriyet’e saldırıya, Evrensel -olması gerektiği gibi- hem internet sitesinde hem de basılı gazetede geniş yer verdi. İlk gün manşet paketimizin içinde yer alan konuyla ilgili duyarlılığı sonra da devam ettirdik. Bu ikinci saldırıda da aynı biçimde sürdü.

İlk bakışta bazıları, Hürriyet’in Türkiye’de devletin geleneksel ve güncel taktiklerinin, politikalarının kitlelere mal edilmesinde üstlendiği öncü rol, yine aynı şekilde Türkiye’de burjuvazinin mali ve siyasi hedefleri, dünya görüşü bakımından temsil ettiği işlevleri düşünerek, böylesi bir ilgiyi, savunmayı hak etmediğini iddia edebilir. 

Ancak böylesi bir duyarlılığı gerektiren birkaç temel nokta var. Bunlardan biri, Hürriyet’in yayın politikası ve bugüne kadar toplam olarak yapıp ettiklerinin ötesinde, orada her basın kurumunda olduğu gibi basın emekçilerinin çalışıyor olduğu gerçeği. Zira, saldırı anında, içeride çalışan basın emekçisi meslektaşlarımız, twitter hesaplarından, can güvenliklerinin tehlike altında olduğunu belirten paylaşımlarda bulundular. Başka bir nokta da, herhangi bir basın organının bir yayınından ötürü protesto edilebileceği, ancak bu protesto hakkının fiziki bir saldırıyı meşru kılamayacağıdır.

Buna başka nedenler de ekleyebiliriz. Ancak yerimizi dikkatli kullanmak adına bu temel noktalarla yetinerek, konuya dair diğer boyutlara geçelim.

BİR GAZETENİN LOGOSUYLA İMTİHANI

Olayın sıcaklığı, o saldırı günlerinde, bu saldırılara karşı çıkarken ‘ama’lı cümleler kurmamayı gerektiriyordu. Şimdi bir adım geriye çekilerek daha soğukkanlı değerlendirme yapmanın zamanıdır.

Hürriyet, bugüne kadar Türkiye’de bu tür saldırılara zemin oluşturan devlet destekli milliyetçiliğin toplumsal karşılığının inşa edilmesinde yayınlarıyla en fazla çabayı göstermiş gazetelerden biridir. Atatürk portresi ve Türk bayrağı ile birlikte logosunda yer verdiği “Türkiye Türklerindir” sloganını, ‘açılım’ süreçlerinin en popüler olduğu zamanlarda bile açılıma uğratmaya yanaşmamış olan bir gazeteden söz ediyoruz Hürriyet deyince.

Ya da, 25 Nisan 1998 tarihinde, PKK’li Şemdin Sakık’ın ifadesinde, isimlerini vermeden, bazı gazetecilerin PKK’den para aldıklarını söylediğine dair bir haber yayınlayan ve başyazarı Oktay Ekşi’nin de aynı gün Şemdin Sakık’ın ifadesinde sözünü ettiği meslektaşları için “Alçakları tanıyalım” başlıklı bir başyazı kaleme aldığı bir gazeteden söz ediyoruz. Çok geçmeden o isimlerin ve iddiaların o ifadeye sonradan eklendiği, Şemdin Sakık’ın ilk ifadesinde böyle bir şey söylemediği anlaşılınca, Ekşi’nin de özür dilemek durumunda kaldığını hatırlayalım. Sakık’ın ifadesine, ismi “Apo ona ‘Benim tabancam’ derdi” iddiasıyla birlikte eklenen dönemin İHD Genel Başkanı Akın Birdal hemen ardından silahlı saldırıya uğramış ve ölümden dönmüştü. Ayrıca oraya isimleri monte edilen ve Hürriyet’in hiçbir biçimde kontrol etme ihtiyacı duymadan yayınladığı, Oktay Ekşi’nin de “Alçaklar” dediği meslektaşları hedef haline gelmiş, uzun bir süre can güvenliği konusunda muhtemelen bir ‘güvercin tedirginliği’ içinde yaşamışlardı. Üstelik Ekşi, o yazıyı yazdığında Basın Konseyi’nin de başkanıydı.

Hürriyet ile birlikte hatırlamamız gereken bir motto da, Öcalan’a dair olarak kullandığı “Bebek katili” sözüydü. Bu söylem daha sonra Türkiye’de devlet ajansı ve devlet hassasiyetlerini öne alarak yayın yapan bütün basın kurumlarında şovenizmi hep diri tutan bir niteleme sıfatı olarak kullanıldı. Gazetenin o dönemki Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, bunu yıllar sonra da kendi köşesinde savundu: “Öcalan’a ‘Bebek katili’ lakabını Hürriyet taktı. Çünkü PKK bir köyü basmış, çoluk çocuk demeden 40’tan fazla insanı katletmişti. Hürriyet’in birinci sayfasında yayınlanan, beyaz kefen içindeki bebeğin melek yüzü, dünya kamuoyunun da PKK’yı terörist olarak kabul etmesinde en etkili sembol olmuştu.

Hürriyet, PKK’ya karşı mücadelede hep devletinin ve askerinin yanında durdu.” (Hürriyet, 08.08.2015)
Hürriyet bu tarihsel hizmetlerinin ardından, o ideolojik hizmetlerinin bir ürünü olarak yetişmiş ve adeta o çimentonun betonu olan bir kitlenin saldırısına uğradı bugün. Tarihin belki can sıkıcı ama bir o kadar da ders çıkarılması gereken bir ironisi olarak.

Olayın güncel boyutu açısından ise Hürriyet’in, hem hedef olduğu bu saldırıların beslendiği tarihsel kaynakları görmeye çalışmak hem de basın özgürlüğüne dair tavrını gözden geçirmek gibi bir ihtiyacı duyması gerekmiyor mu? Peki, bunu duyduğunu gösteren bir işaret var mı? 

Örneğin TGC, TGS, ÇGD ve DİSK/Basın-İş genel başkanlarının basın organlarının genel yayın yönetmenlerine yaptığı davet üzerine 8 Eylül 2015 günü Basın Müzesi’nde gerçekleşen toplantıda Hürriyet gazetesinden temsilci yoktu. Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin’in böylesi zor bir zamanın yol açtığı özel yoğunluk nedeniyle katılamayacağını öngörebiliriz. Ancak başka bir yönetici katılamaz mıydı? Katıldığım bu toplantıda bazı basın kurumları genel yayın yönetmenleri aracılığıyla temsil edilirken, bazılarının da haber müdürü ya da başka yöneticileri vardı. Biz o toplantıda basına yönelik baskı ve sansürleri tartışırken, Hürriyet’in hedef olduğu saldırıyı da gıyabında tartıştık. 

Hasılı, ‘Hürriyet’i bir gazete adı olarak taşımak, onu temsil etmek anlamına gelseydi, zaten bu yazılanlara da gerek kalmazdı.

Evrensel'i Takip Et