13 Eylül 2015 04:58

C. Hakkı ZARİÇ

Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
Öldüklerimi sayıyorum, yeniden 
doğduklarımı
Anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum 
bıktığımı
Evlerde, köşebaşlarında değişmek 
diyorlar buna
Değişmek
Biri mi öldü, biri mi sevindi, değişmek 
koyuyorlar adını

Edip Cansever/ 
Umutsuzlar Parkı’ndan

Su dokunmuyor yapraklarına sanki bir an önce kendinden sıyrılıp uykunun dingin uğultusuna gitmek istiyor ağaçlar. Üstündeki ağırlıktan kurtulup sezdirmeden dökülen yaprakların ağırlığı çöküyor üstümüze. Kırık dalların gövdeden düşerken çıkardığı sesle irkilip günün akşam olduğu yerde sarışın bir şaşkınlık gibi kalıyoruz.

Doğrulup güne başladığımızda acının sokaklarına atıyoruz adımlarımızı. Kendini yeni bir mevsim dönümüne hazırlamak için telaş eden doğa, rüzgârın sesiyle karşılıyor kapının önünde bizi. Biraz ötede sokağa çıkma yasağı endişeyi körüklüyor. Bütün katillerin boyu uzun sanki. Bütün katiller masum ve mağdur. Bütün katiller kahraman. 

Eylüldür, aşkın güze yakıştığı yerde geberesiye lirik bir şiir yazmak varken omuzdan omuza devşirilen tabutların ağırlığı çöküyor sözcüklere. Ahşap ne mutsuzdur tabut olmaktan, kim bilir. Karanfilden ne yorgundur mezar taşları, toprak hamasetten nasıl da bıkmıştır. Yel değmemiş yüzlerin şarkısız kalbinde kim bilir nasıl ezayla sabahlamaktadır gün ışığı. Karanlığın ve sisin en yoğun olduğu günlerde göz göze gelmenin tılsımını da zimmetine geçirmiştir devlet. 
.  .  .
Issız bir patikada kaybolmanın yaprakları dolaşsın isteriz ayaklarımıza. Belki bir deniz kıyısında, belki bir dağ başında olmayı hayal edip umarsız adımlarla yürürken eski sevgiliye mektup yazmak isteriz. Yalan cümleler boy verir: “Yokluğunun dar yollarında beni sana getirmeyen adımlarımdan şikâyetçiyim, tenhada saklanan gözlerinden şikâyetçiyim, ellerimde biriken boşluktan şikâyetçiyim, anlamını yitiren şarkılardan şikâyetçiyim”, gibi bir şeyler geçer aklımızdan. Kırık dallardan, dalga seslerinden, yosunun renginden, pencerenize konan kumrudan, bahçede yetim kalan kiraz ağacından bahsetmek isteriz belki. Eylüldür! Yazmak ve içimizdekileri dökmek için nedenler birikmiştir yazdan. Ama biraz ötede kurşunla böğrü deşilen çocukluk arkadaşımızın gözleri gelip çakılır gözlerimize. Ne patika kalır serseri adımlarımıza yanıt olacak, ne sitem dolu satırlar. 
.  .  .
Yazdan yorgun olanlar için ne güzel bir gerekçedir, Eylül. Meyve kalmamış dallarıyla daha sakindir erik ağacı, serçeleri konuk etmekten mutludur. İncirin balı çoğalır durdukça. Cevizi sevesi gelir insanın. Bir manavın önünden geçip kirazla karşılaşır ve hayret eder insan kırmızıya. Dut ne güzeldir. Kuşburnu, badem, fıstık ne çok şey fısıldar insanın kulağına. Hasat için Karadeniz’e giden arkadaşlarınız bu yıl da para etmediğinden yakınır fındığın. Siz bir aktarda elinizi pirinç çuvalının içine sokup o büyülü sesi duyumsarken az ötede cesedi kıyıya vuran bir mülteci çocuğun uykusunu bölmemek için tedirgin olursunuz aniden. Bir kameramanın çelme taktığı mülteci kapaklanır kalbinizin orta yerine, ölümle tehdit edilen gazeteci arkadaşlarınız göz pınarlarınıza hücum eder, kahvaltıda peynir küser size çünkü bir milletvekili ölüm orucuna gitmekten bahseder, oturduğunuz yer batar çünkü başka başka milletvekilleri kıstırılmış insanlara ulaşmak için onlarca kilometre yürümeyi göze almışlardır. Üstelik sokaklarda güdümlü insanlar, kanı kanla yıkayanların yanında olmaktan gururludurlar. Zavallılar!
.  .  .
Vefa sınandıkça içine çekilmiş, yalnızlık üstün gelmiştir arayıp sormalara. İki kelam etmek istersiniz. Telefona sarılıp ihmal ettiklerinizi arayıp sormak gelir içinizden. Ölüm ilanlarından bahsetmiyorum. “Sen olmasan yaşayamam!” fiyakası değil kastım. Küf değil! Öfke hiç değil! Kuzeye dair değil! Ilık. Güneydoğu gibi belki. Hatta çoktandır kapısını çalmadığınız biri beklemektedir sizi. Eylül, ertelenmiş kucaklaşmalar için iyi bir gerekçedir. Gidip hasretin omuzlarında koklamak geçer içinizden. Bıraktığınız yerden başlamanın, zamanı konuşmanın anahtarı döner kilidin içinde. Buğulu gözleriyle kapıyı açana karşı mahcupsunuzdur. Küs sözcüklerin boynunda asılıdır yaz. Mutlu kılmanın bir nedeni de Eylüldür. Birikmiş olana yanıt vermek ve yeniden başlatmak için yazdan aldıklarını kışa varmadan çoğaltmalı insan, uzun gecelerin sesine yaslanmadan önce içindekini açığa vurmalıdır. Belki şımarık bir kedi, belki uzun saçlarını rüzgâra savuran bir çocuk, belki yapraklarını saksısına dökmüş bir sardunya, belki masanın üstüne gelişi güzel bırakılmış bir kitap da eşlik eder gelişinize. Belki kahvenin buğusu, belki bir kadeh rakı! Anlatacak ve dinleyecek kadar zamanınız vardır. Ama az ötede resmi hizmete mahsus bir merminin yaşamına son verdiği bir çocuk seslenmektedir size. Buzdolabının kapağını açamazsınız! Alkışsız ve ağlayışsız bile olsa toprağa emanet edilememiştir, güz güneşinden korunmak için günlerdir buzdolabında saklanmaktadırcansız bedeni. Kimin vurduğunu, niye vurduğunu, çocuğun çocuk olmakla öldürülecek kadar nasıl bir suç işlediğini anlatamazsınız kendinize. Şık giyimli adamlar palyaço taklidi yaparken, güce tapanlar ilikleyecek düğmelerinin azlığından yakınır. Gidip bir zeytin ağacına sarılası gelir insanın, siz kentin sokaklarında kostak adımlarla dolaşırken bir halk ev hapsinde tutulmakta, ölülerini bile devletten saklamaktadır.
.  .  .
Eylül, ölümü çağrıştırmaktadır ve şarkıların canı cehenneme!

Evrensel'i Takip Et