31 Mart 2012 06:01

Tığ teber şahı merdan! (*)

İhsan Çaralan

Güney Kore’de, 53 ülkeden başbakan ve devlet başkanlarının katıldığı 26-27 Mart’ta yapılan “Nükleer Güvenlik Zirvesi”yle başladı bu süreç.

Başbakan Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun başında bulunduğu heyetin Güney Kore’de bulunmasının görünüşteki nedeni “Nükleer Güvenlik Zirvesi” olsa da, gerçekte bütün dikkatler Obama-Erdoğan görüşmesindeydi. Tabii diplomatik faaliyet sadece Seul ve Tahran görüşmelerinden ibaret değil bugünler içinde.

YOĞUN DİPLOMASİ TRAFİĞİNİN AMACI

Süreç, 26-27 Mart Seul Zirvesi, 28-29 Mart İran-Türkiye görüşmeleri, 27-28 Mart Suriyeli muhaliflerin Türkiye’de yaptığı “birleşme toplantıları”, 29 Martta Bağdat’ta Suriye konusunda ortak karar için Arap Birliği toplantısı, 1 Nisan’da İstanbul’da “Suriye’nin Dostları” toplantısı, 13 Nisan'da muhtemelen İstanbul’da İran’la P5+1 ülkeleri (ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve Almanya) ve İran’ın nükleer teknolojisini “denetleme” toplantısı ile sürecek.   

Bu yoğun diplomasi trafiği daha başlarken akılların takıldığı ise Başbakan Erdoğan’ın 28-29’da Martta yapacağı (yaptığı) İran ziyareti, bu ziyaretin “zirvesi” sayılan Erdoğan-Ahmedicecad görüşmesiydi.

Çünkü “nükleer güvenlik” denince batılı emperyalistlerin ve onların arkasına takılan diğer ülke liderlerinin aklına, sayısı binlere varan ABD’nin Rusya’nın, Fransa’nın nükleer bombaları değil, İran’ın “nükleer silaha sahip olma ihtimali”  gelmekteydi. Dahası sıcak gündem bakımından da İran denilince akıllara gelen Suriye’de olup bitenler üstünden İran’a yönelik kuşatmanın nasıl bir seyir izleyeceğiydi.

Erdoğan ve hükümeti açısından da bütün bu Seul’e kadar gidip sonra Tahran’a gelme içinde yapılan çeşitli görüşmeler, ABD ve İran görüşmesi arkasından İstanbul’da yapılacak “Suriye’nin Dostları” toplantısından istediği sonucu alma herhalde çok önemliydi. Çünkü Suriye sorunu, yakın gelecek açısından Erdoğan ve hükümetini en çok sıkıştıran sorun olacağı gibi aynı zamanda giderek daha büyük sıkıntılar yaratacak bir sorun olacaktır.

ABD İÇİN ASIL ÖNEMLİ SORUN İRAN

26-27 Mart günlerinde Seul’da yapılan “Nükleer Güvenlik Zirvesi”nde, bu tür zirvelerde olduğu gibi “zirve bahane”ydi. Çünkü büyük ülkeler için asıl amaç kendi çıkarlarını kovalamaktı. Bu yüzden de ABD Başkanı Obama için zirvenin amacı, “İran’ın nükleer güce sahip olmasının engellenmesi” arkasında İran’a karşı giriştiği kuşatma harekatıydı ve Obama-Erdoğan görüşmesinin merkezinde de “İran’ın nükleer teknolojiden vazgeçirilmesi” adı altında “teslim alınması” stratejisine Türkiye’nin tam uyum sağlaması için istekler vardı. Bu uyumdan kastedileni ise önceki gün daha Erdoğan İran’da görüşmelere başlarken, ABD’nin Ankara Büyükelçisi açıkladı.

ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone, Obama’nın Erdoğan’a söylediklerini tüm dünya duysun istercesine ve çok açıkça şöyle ifade etti: "Bazı ülkeler, İran'dan petrol ithalatlarını önemli ölçüde azalttı. Türkiye de dahil diğer ülkelerin de benzer bir adım atmasını bekliyoruz. Türkiye'nin bu konuda bir karara varmasını bekliyoruz."

İRAN NÜKLEER MESELESİNİ TARTIŞMAK BİLE İSTEMİYOR

Erdoğan İran’a Obama’nın mesajını götürdü elbette. Ama götürürken ortamı yumuşatmak için olacak, mesajı yorumlayarak ve Türkiye’nin isteği gibi açıkladı: “Barışçıl amaçlı nükleer enerjiye sahip olmak herkesin hakkı, ama yeni ülkelerin nükleer silaha sahip olmasını istemiyoruz” dedi.

Tartışma da bu noktada zaten!

Kimse, İran barışçıl amaçla nükleer enerjiye sahip olmak istediği için karşı çıkar görünmüyor. İran’ın nükleer silah elde etmek istediğinden “şüphe” ediliyor. Ve bu neden öne sürülerek İran’a yönelik bir kampanya yürütülüyor.

Doğrusu İran da; çıkıp resmen; “Biz nükleer silah yapmak için nükleer enerji teknolojisi geliştiriyoruz” demiyor ama her hareketiyle de bunu söylüyor, hatta iç politikası gereği olarak bu tartışmayı kızıştırmayı tercih bile ediyor.

Bu yüzden Erdoğan’ın Tahran’daki açıklaması “sade suya tirit” bir açıklama olmanın ötesine geçmiyor. Ve İran yönetiminin de bu açıklama üstünde pek durmadığı, çünkü konuyu tartışmak bile istemediği anlaşılıyor. Erdoğan’la İran’a mesajını gönderen Obama’ya göre ise İran’la olan gerilimde bir yol ayırımına gelinmiştir. Obama İran’ı sadece eleştirmiyor, tehdit de ediyor: "İran'ın nükleer dönemiyle ilgili önümüzde pencere dönemi vardı. Bu pencere döneminin kapanmakta olduğunu düşünüyoruz. Bu konuyla ilgili kesinlikle ilerleme kaydedilmesi ve etkin bir takım müzakerelere ulaşılması gerekiyor.”

ERDOĞAN’NIN AKLI FİKRİ SURİYE’DE!

Obama’nın dikkati ne kadar İran’a yoğunlaşmışsa Erdoğan’ın dikkati de o kadar Suriye’ye yoğunlaşmış durumda. Çünkü son aylardaki gelişmeler ve Türkiye’nin Suriye’ye yönelik girişimleri dikkate alındığında, Türkiye’nin en önemli sorunu Esad rejiminin devrilmesi olmuş bulunuyor. Ama ne var ki ABD ve öteki Batılı emperyalistler Suriye muhalefetini “Güvenilmez”, “Ne yapacağı belirsiz bir muhalefet!” olarak niteliyor ve Türkiye ne kadar muhalefete destek verip Suriye’de bir rejim değişikliği için zorlasa da ABD bir o kadar ağırdan almayı tercih ediyor. Türkiye’ye de adeta, “Suriye’yi bırak İran’a bak!” diyor.

Ricciardone, önceki gün Ankara’da yaptığı açıklamada Suriye konusunda da tüm tereddütleri ortadan kaldıracak biçimde konuştu: "Türkiye ve ABD, (Suriye konusunda) askeri müdahalenin en son seçenek, en arzu edilmeyen seçenek olduğuna inanıyor. Bu sorun, uluslararası hukuka uygun, diplomatik bir süreçle çözümlenmeli. Bu, kolay yanıtları olmayan, sihirli bir şekilde ortadan kaybolmayacak, kolay bir çözümü olmayan bir durum. Dolayısıyla bu sorunun çözümü için birlikte çalışıyoruz" diyerek, Türkiye’yi de bağlayan, üstelik bugüne kadar AKP hükümetinden yapılan açıklamaları da yok sayan biçimde konuştu.

Türkiye’nin “Suriye muhalefeti”ne her yolla destek verdiği ve Esad rejimiyle bir gün bile komşu olmak istemediği, buna bağlı olarak, Erdoğan İran’da Suriye’yi görüşürken, Kara Kuvvetleri Komutanı Kıvrıkoğlu’nun Suriye sınırındaki birlikleri “seferi bir durum varmış” gibi denetlediği, “tampon bölge tartışmalarının sürdürüldüğü dikkate alındığında ABD Büyükelçisinin bu açıklaması herhalde Türkiye’nin en istemediği açıklamadır.

İRAN’DA SOĞUK DUŞ!

1646’da Osmanlı ile İran arasında yapılan Kasrı Şirin Anlaşması’ndan beri herhalde hiçbir Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti heyeti İran’da böylesine kaba, böylesine itilip kakılan bir biçimde karşılanmamıştır!

Eğer bu muamele “ecdadımızdan bir hükümdara” ya da onun vezirine yapılsaydı, şimdiye çoktan, Çaldıran’da, Şah İsmail’in Yavuz Sultan Selim’in orduları önünde tahtını ve karısını nasıl bırakıp kaçtığından başlayan nutuklar eşliğinde savaş davulları çalmaya başlardı!

Oysa İran’a giden heyet, bir veziriazamın “sivil” heyetinden bile öteydi!

Öncelikle Erdoğan, eşi ve kızı yanı sıra, dört bakan, MİT Müsteşarı, Genelkurmay 2. Başkanı’nın da bulunduğu kalabalık heyeti, Ahmedinecad yerine yardımcısı Muhammed Rıza Rahimi karşılamış, açıklama da onun tarafından yapılmıştır. Dahası Ahmedinecad -Erdoğan görüşmesi bir gün ertelenmiştir. Gerekçe olarak da “Ahmedinecad’ın aniden rahatsızlandığı” gibi diplomasinin en klasik ama en inanılmaz bahanesi gösterilmiştir.

"İnanılmaz”, çünkü “hastalık” diplomaside “istenmeyen ziyaretçilere” karşı kullanılan “en klasik tepki ifade etme biçimi”dir. Hele hastalık bahanesi, Türkiye’nin en önem verdiği konu olan Suriye konusunda basın mensuplarının soru sormalarının yasaklanmasıyla, Erdoğan ve heyeti Tahran’a gelmeden hemen önce İran’dan, “Suriye’ye desteğimizin  sınırı yoktur” şeklinde resmi açıklama yapılmasıyla birleştiğinde, “hastalığın” Türkiye’nin Suriye politikasına karşı açık bir tutum olduğu daha açık biçimde görülmektedir.

Nitekim görüşmeler sonunda diplomatik bir kibarlık gereği olarak bir anlaşma olup olmadığı bile açıklanmamıştır. Ama görüşmelerden geriye, Erdoğan’a 13 Nisan’da yapılması muhtemel olan İran’la P5+1 ülkelerinin “nükleer enerji kontrolü” ile ilgi görüşmelerin İstanbul’da yapılabileceği ve “İran’ın nükleerle ilgili teknolojik birikimini Türkiye ile paylaşmaya hazır olduğu” gibi sorunların esasıyla ilgili olmayan teklifler kalmıştır.

Ne var ki İran’ın bu tutumu Davutoğlu tarafından, “İran’da büyük bir misafirperverlikle karşılandık” biçiminde değerlendirilerek, olup bitenin üstüne tüy dikilmiştir.

ANNAN PLANI TÜRKİYE’Yİ AÇIĞA DÜŞÜRDÜ!

Gerek ABD’nin Suriye konusunda Türkiye’yi açığa düşürecek kadar ağırdan almasında gerekse İran’ın Suriye’ye yönelik Türkiye’nin girişimleri karşısında açık bir tavır almasında, Esad’ın tam da Türkiye kendi politikasına destek ararken “Annan Planını kabul ettiğini” açıklaması, önemli bir hamle olmuş görünmektedir.

Nitekim ABD ve batılı emperyalist ülkeler Suriye’nin tavrını, “endişelerini” ifade etseler de olumlarken, Rusya, Çin ve İran gibi Suriye’nin destekçisi ülkeler de Annan Planı’na destek verdiklerin açıklamışlardır. Ve böylece Türkiye, Suriye’nin Annan Planını kabul etmesini önemsemeyen, hatta bundan rahatsızlık ifade eden tek ülke olarak kalmıştır.

Türkiye’nin bugünlerdeki tek hamlesi ise 27-28 Mart günlerinde Türkiye’de toplanan “Suriye muhalefetini”, ite kaka da olsa aralarında “birleştirmek” olmuştur. Ancak bu “birlik açıklamalarına da Türkiye dışında pek itibar eden olmamıştır. Çünkü Suriye yanlısı ve karşıtı ülkeler bilmektedirler ki;”Suriye muhalefeti” denilen güçlerin Suriye’nin içinde ciddi bir halk desteği yoktur. Etkinlikleri de Türkiye ve Suudi Arabistan destekli El Kaideci, Talibancı, ... kimi “terörist” grupların, sabotaj ve toplu katliamlarla seslerini duyurma eylemlerinden ibaret görünmektedir. Ve Türkiye, Suudi Arabistan dışında (bunlara birkaç Körfez Emirliği de eklenebilir) hemen tüm diğer ülkeler, Suriye rejimini devirmeye kararlı batılı emperyalistler ve İsrail bile, bu grupların ne yapacağına güvenmemektedir.

Ancak son günlerde bu muhalefetin ve onun askeri kanadının Suriye içindeki başlıca dayanaklarını yitirdiğini bizzat batılı ajansların haberlerinden öğreniyoruz.

KÜRTLERE KARŞI AMERİKAN YARDIMI!

Erdoğan’ın Seul ve Tahran ziyaretlerinde İran ve Suriye konularında açmazları derinleşse de, hem ABD’den hem de İran rejiminden Kürt siyasi güçlerine karşı mücadelede destek aldığını söylemek yanlış olmaz. Bu açıdan bakıldığında eğer bir başarıdan söz edilecekse başarısı budur Erdoğan ve heyetinin.

Ne var ki, “teröre karşı mücadelede destek” diye ifade edilen bu desteğin, bir “Demokles Kılıcı” olarak kullanıldığı, kullanılacağı da bir gerçektir. Bu yüzden de ABD ve İran, Türkiye’nin “yumuşak karnı” olarak gördükleri Kürt sorununda, “çözümsüzlüğe ve çatışma politikasına” destek vererek, Türkiye içinde daha derin çatışmalara sürüklemeyi de amaçlamışlardır. Bu yüzden de bu destek tipik bir “Amerikan yardımı”dır ki, bunun acısı sonradan görülecektir!

MACERACILIK VE YENİ OSMANLICILIK!

Emperyal (emperyalist demekte de bir sakınca yok) hayalleri olan; ekonomi, politika, silah gücü bakımından dünyaya hükmedecek bir güce sahip olan ülkeler, bu hayallerini bir strateji olarak geliştirip, öteki ülkeleri bu strateji etrafında birleştirmek ve düşman gördüklerini alt ederek kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için dünyanın gidişatına müdahaleler yapmaktadır. ABD, Rusya, AB gibi güç odakları kendi hayallerini gerçekleştirmek için böyle stratejiler geliştirmektedirler. NATO, dünün Varşova Paktı, günümüz ABD’sinin Yeni Dünya Düzeni girişimi vb. böyle “stratejilerin” ifadesidir.

Emperyal hayalleri olan küçük (ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan dünyanın gidişatında belirleyici bir etkiye sahip olmayan) devletler için ise iki başlıca yol vardır. Birincisi, kendi hayallerini gerçekleştireceğine inanıp, emperyalist ülkelerin yönetimleriyle komşularından başlayarak herkesle dalaşan bir ulusalcılıkla, dincilikle hareket etmek; militarizm şovenizmle emekçileri zehirleyerek onları burjuvazinin talan hırsının peşine maceraya sürüklemek! İkincisi ise, emperyalistlerin stratejisini ülkenin stratejisi gibi gösterip, onların bölgedeki “bölgesel gücü” olarak kırıntılara razı olan bir ülke durumuna düşmek!

Şimdi, AKP Hükümeti bu iki tercihin “kırması” olan bir noktada bulunmaktadır. Asıl olarak Erdoğan Hükümeti, ABD emperyalizminin bölge planlarına bağlanmış, ABD ile başlıca konularda anlaşmaktadır ama öte yandan da kışkırtılan bir İslamcılık ve ulusalcılıkla da bölgede küçük bir Osmanlı toprağında da olsa hegemonya kurma iddiasını canlı tutmaktadır. Dolayısıyla da Suriye sorununda olduğu gibi batılıların çıkarları uğruna kendisini ortaya atıp; militan bir tutum aldığında o taraftan “O kadar da acele etme!”, “O kadar da ileri gitme!” freniyle karşılaşmaktadır.

Suriye’de olan budur. İran’da ise Türkiye geri kalmakla eleştirilmekte, “Eğer bizimle yürüyeceksen İran’la mücadelede daha ileri gitmelisin; öncelikle petrol ithalatını durdurup ambargoya etkin biçimde katılmalısın!” denmektedir. Erdoğan’a Seul’de Obama’nın Ankara’da Ricciardone’nin söylediği budur.

Küçük ve mazlum ülkeler için tek çıkar yol ise; ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tutarlı bir biçimde savunmak, halkların kardeşliğini, barışı esas alan bir stratejiye sıkı sıkıya sarılarak ilerlemektedir.

İTTİHAT TERAKKİ VE ENVER PAŞA’NIN YOLUNDA

Emperyalist stratejiyle kendi Türkçü, İslamcı hayallerini birleştirerek “kurtuluş yolu” oluşturanlar, 20. yüzyılın başında İttihat Terakki ve Enver Paşa’ydı ve bu yol onların şahsında trajik bir sonla noktalanmıştı. Bu yüzden de bugün “Yeni Osmanlıcılar”a “neo ittihatçılar” dense yeridir!

21. yüzyılın başında benzer hayaller, Davutoğlu’nun teorisyenliğini yaptığı “Yeni Osmanlıcılık”ta sahneye konmaktadır. Erdoğan-Davutoğlu’nun, ulusalcı-dinci kışkırtmalar ile büyük sermayenin yağma ve sömürü hayallerinin eklektik “sentezi” olarak geliştirdikleri dış politika, Türkiye’yi ABD emperyalizminin dünya hegemonyası uğruna tüm komşularıyla savaşan bir ülke mevzisine doğru sürüklemektedir.

Suriye ile bugün gelinen karşı karşıya gelme durumu, bu dış politika çizgisinin kazara” ortaya çıkan bir sorunu değil, AKP Hükümetinin dış politika tercihinin kaçınılmaz bir aşamasıdır.

Bu tutum sürdürülürse, ABD’nin çıkarları gerektirdiğinde aynı karşı karşıya geliş, yarın İran’la öbür gün Irak’la, daha başka bir zamanda Rusya ve Çin’le de kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır.

Bugünkü gibi bir yandan ABD’nin çıkarları uğruna savaşırken öte yandan onun bile desteğini alamadan ortada “tığ teber şahı merdan” kalma da sıkça olacaktır. Ta ki, ABD’nin sadece amaçlarını değil “taktiğini” de “daha iyi özümseyip”, leb demeden leblebiyi anlamada da yeteri kadar “ustalaşıncaya” kadar!

(*) "Tığ teber şâh-ı merdân.." deyimi Farsçadaki yapısıyla Türkçeye katılmış bir deyimdir. 'Tığ' Farsça "ok ucu" anlamında kullanılırken "teber" bir çeşit baltadır. "Tığ teber" sözcükler olarak, "Elimde okumdan ve baltamdan başka bir şey yok' anlamında kullanılıyor. Ama deyimin içeriği için, "Sersefil ortada kalmak" denebilir. Erdoğan'ın İran gezisi ve İran’la ilgili sorunlarda tüm dostları tarafından ortada bırakıldığı dikkate alındığında, "Tığ teber şahı merdan" deyimi, Erdoğan ve dış politikasının halini belirtmekte yerli yerine oturmaktadır.

Evrensel'i Takip Et