Sinema yazarlarından Filmekimi önerileri
Sevda AYDIN
İstanbul
Sinema sezonunun mevsimi sonbahar geldi. Mevsimin İstanbul’daki ilk sinema etkinliği, İKSV’nin düzenlediği Filmekimi olacak. 3-11 Ekim arasında gerçekleşecek festivalde Woody Allen, Noah Baumbach, Stephen Frears, Michel Gondry, Carlos Saura, Hirokazu Kore-eda, Nanni Moretti, Paolo Sorrentino gibi usta yönetmenlerin imzasını taşıyan 48 film sinemaseverlerin beğenisine sunulacak. Festival yaklaşırken Filmekimi takipçilerine sinema yazarlarından öneriler taşıdık. Her bir sinema yazarı, beş filmden oluşan bir seçki yazdı. Listelerde en çok merak edilen filmlerin arasında Carol, Soun of Saul ve The Clup öne çıkıyor. İşte sinema yazarlarının Filmekimi listeleri:
HASAN CÖMERT:
Saul’un Oğlu/ Saul Fia:
İzlerken her saniye yönetmen László Nemes’in böyle bir filmi nasıl yaptığını düşünüyorsunuz... Görüntü yönetmenliğine ayrı, başrol oyuncusunun performansına ayrı hayran oluyorsunuz... Sinema salonundan çıktıktan sonra uzun süre etkisinden çıkamıyorsunuz... Böyle film az bulunur.
Hazine/ Comoara:
Gerçek bir hikaye, Corneliu Proumboiu’nun dokunuşlarıyla geçmişi bugüne bağlayan etkileyici bir filme dönüşüyor. Proumboiu’nun her filmi gibi değeri bilinmeyecek ama şimdiden yılın en iyilerinden biri olduğunu söylemek lazım.
El Club:
Pablo Larrain, bir sahil kasabasında altı rahibin gündelik yaşamları üzerinden dinin-kilisenin ikiyüzlülüğüne sert bir şekilde girişiyor. Finali unutulmayacak cinsten.
Sessiz Çığlık/ Louder Than Bombs:
Söz konusu Oslo, 31 Ağustos’un Yönetmeni Joachim Trier’in yeni filmi olunca heyecanlanmamak mümkün değil. Çok iyi eleştiriler almadı ama umrumuzda değil tabii ki!
Hasret/ Yearning:
Ben Hopkins, İstanbul’u, şehrin üzerindeki hayaletleri, kentsel dönüşümü, Gezi sonrası ruh halini ve daha birçok şeyi kendini ciddiye almadan, iyi fikirlerle, oldukça keyifli bir şekilde ele alıyor.
JANET BARIŞ:
Carol:
Cannes’da ödüller açıklanana dek favori gösterilen Todd Haynes imzalı Carol, 50’li yıllarda birbirine aşık olan iki kadının hikayesi. Stilize, temiz ve duygusal bir film Carol. Filmekimi programı içerisinde öne çıkan yapımlardan.
İnsanın Değeri/ La Loidimarche:
Zarif işçi sınıfı filmleri son dönemde Fransız sinemasından çıkıyor en çok. İnsanın Değeri’nde Yönetmen Stephane Brize, Dardenne kardeşlerden el almış ama kendine özgü, ağızda kekremsi bir tat bırakan bir lezzet katmış filmine. Başrol oyuncusu Vincent Lindon’ın içten ve gerçekçi oyunculuğu da ayrıca görülesi, Lindon, Cannes’da da performansıyla göz doldurmuş, festivalden en iyi erkek oyuncu ödülü ile dönmüştü.
Saltanatın Mezarlığı/ Cemetery of Splendour:
Bu yıl Cannes’da neden ana yarışmada değil de, Belirli Bir Bakış kısmında gösterildiğini anlayamadığım Saltanatın Mezarlığı, bir Apichatpong Weerasethakul rüyası gibi adeta. Yönetmenin tarzını, daha önceki filmlerini sevenler yine çok iyi bir Weerasethakul filmi bekliyor.
Nahid:
İranlı Kadın Yönetmen Ida Panandeh’in ilk uzun metraj filmi Nahid, bir kadının tek başına hayata tutunma çabası. Toplumsal baskılar yerine iç sesini dinleyen ama bu sesi dinlerken de sürekli toplumun marazlarına maruz kalan bir kadının güçlü öyküsü.
Bayan America/ Mistress America:
Frances Ha’dan sonra Noah Baumbach ve Greta Garwig birlikteyken ne yapsa takip edilir, görülür, Filmekimi’nde bu yıl en merak ettiğim filmlerden biri.
El Club:
Pablo Larrain’in No’sunu sevenler, El Club’ı da beklemektedir muhtemelen. Konusu itibarıyla da yönetmenin neler yapabilmiş
olacağı merak uyandırıcı.
FIRAT YÜCEL:
Carol:
Todd Haynes, yeni filmi Carol’da sinema tarihinin en güzel aşk filmlerinden biri olan 1945 yapımı Brief Encounter’dan esinlenmiş. Mümkünse iki film birlikte izlenmeli.
El Club:
Şili’nin yakın tarihine dair, dişe dokunur politik sorgulamalar içeren hikayeler anlatan Pablo Larraín’in bu Katolik Kilisesi taşlaması, festivalin kaçırılmayacak filmlerinden.
The Lobster:
Yorgos Lanthimos’un uygarlığa yönelik ağır bir yabancılaşmanın ürünü olan filmleri, biraz çocuksu, biraz ciddi, ziyadesiyle de oyunbazlar. Köpek Dişi’nin de, Alpler’in de mükemmel filmler olduğunu söyleyemem, ama provokatif bir enerjileri olduğu kesin. The Lobster da haliyle merak uyandırıyor.
Hasret/ Yearning:
Melankoli ve absürditeyi ilginç biçimde bir araya getiren, İstanbul şehrinin hem hüznünü, hem direnişini yakalayan oyunbaz bir film. Birçok meseleyi basite indirgese de, Ben Hopkins kendi turistik bakışıyla da dalga geçebilen ilgi çekici bir ‘yalandan belgesel’e imza atmış.
Bir Varmış Bir Yokmuş/ Il Raccontodei Racconti:
Matteo Garrone’nin etki gücünü, gerçeklik yanılsaması yaratarak artıran Gomorra’sının hayranı olduğumu söyleyemem. Öte yandan İtalyan sinemasında Francesco Rosi’nin ayak izlerini takip eden az sayıdaki yönetmenden biri kendisi. Ayrıca, masallara toplumsal gerçekçi bir bakışla yaklaşan filmlerin kendine has bir tılsımı oluyor ve Bir Varmış Bir Yokmuş da bu ekolün temsilcisi.
BERKE GÖL:
Saul’un Oğlu/ Saul Fia:
Macar Yönetmen László Nemes’in bu ilk filminde, Holokst gibi sinemanın çoktan tükettiğini sandığımız meseleye biçimsel anlamda taze ve son derece karanlık bir bakış getirdiği söyleniyor. Cannes’da Jüri Büyük Ödülü kazanmış olması da filmle ilgili merakımızı arttırıyor.
Hazine/ Comoara:
Bundan on yıl kadar önce Romanya Yeni Dalgası’nın yaptığı çıkışta büyük payı olan yönetmenlerden Corneliu Porumboiu’nun yeni filmi Hazine, bu yılki Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde ödül kazandı ve ana yarışmadaki pek çok filmden daha fazla beğeniyle karşılandı.
Sessiz Çığlık/ Louder Than Bombs:
Tekrar (Reprise, 2006) ile radarımıza giren ve Oslo, 31 Ağustos (Oslo, August 31st, 2011) ile başarısının tesadüfi olmadığını kanıtlayan Norveçli Yönetmen Joachim Trier, İngilizce çektiği ilk filmde, yaşadıkları kayıpla başa çıkmaya çalışan bir ailenin bireylerine yakından bakıyor.
Ben, Earl & Ölen Kız/ Me and Earl and the Dying Girl:
Sundance’ta Jüri Büyük Ödülü’nün yanı sıra İzleyici Ödülü’nü de kazanan Ben, Earl & Ölen Kız, trajik bir öyküyü bolca mizah ve sinema tarihine saygı duruşu eşliğinde anlatıyor. Olmak istediği kadar özgün değil ama yılın en oyunbaz ve keyifli Amerikan bağımsızlarından biri.
El Club:
Şili tarihine dair eleştirel bir politik perspektif sunan Tony Manero (2008), Post Mortem (2010) ve No’nun (2012) ardından Pablo Larraín’in her yeni filmini merak etmemek elde değil. Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü alan El Club’da, yönetmenin eleştiri oklarının hedefi bu kez kilise.
MURAT ÖZER:
Dheepan:
Cannes’da aldığı Altın Palmiye bir yana, her Jacques Audiard filmi gibi “Dheepan” da mutlaka izlenmeli. Sevip sevmemek de önemli değil, sinema denen sanatı özümsemek için uğranması gereken durakların başında geliyor Audiard filmleri.
İnatçılar:
Az ama öz sinemacı çıkaran İzlanda’dan gelen “İnatçılar”, futbolda olduğu gibi sinema sanatında da bizi ‘katlayan’ bu küçük ülkenin azmine bir kez daha hayran bıraktıracak kuşkusuz. Grímur Hákonarson’un ikinci filmi; bu noktadan itibaren takibe alın deriz.
Saul’un Oğlu/Saul Fia:
László Nemes’in Cannes’dan dört ödülle dönen filmi “Saul’un Oğlu”, bu yılın zirvelerinden biri olmaya aday. Macar sineması emin ellerde anlayacağınız; belli ki o büyük, anlı şanlı ustaları aratmayacak bu nesil!
El Club:
Şili’nin nabzını en iyi tutan sinemacı Pablo Larraín ve biz onun her filmine koşar adım gidiyoruz. “El Club” da istisna değil, neden bir kenara atalım ki?
The Witch:
İlk yönetmenlik çalışması “The Witch”le dudak uçuklatmaya hazır Robert Eggers. Kısa filmlerdeki kostüm ve yapım tasarımı departmanlarındaki deneyimini bu filme de layıkıyla yansıttığından eminiz.
ÇAĞDAŞ GÜNERBÜYÜK:
Saul’un Oğlu/ Saul Fia:
Macaristan’dan bir toplama kampı hikayesi. Kamerasını koyduğu yerden başlayarak her yanıyla çarpıcı bir film.
Annemle Geçen Yaz/ Que Horas Ela Volta?:
Evin hizmetçisi, kızı, patronları arasındaki sınıf ilişkilerine odaklanan bir Brezilya filmi.
Bayan America/ Mistress America:
Eğlenceli ve zeka ürünü filmlerin yönetmeni Noah Baumbach ile Frances Ha’nın başrolündeki Greta Gerwig el ele vermiş, bir New York komedisi ortaya çıkarmış.
El Club :
Pinochet üçlemesinden ve özellikle son filmi No!’dan bildiğimiz Şilili Yönetmen Pablo Larrain, kamerasını kiliseye çevirmiş.
The Lobster:
Yunanistan sinemasının son dönemdeki tuhaf örneği Köpek Dişi’nin Yönetmeni Yorgos Lanthimos’un ülkesi dışında ünlü Amerikalı oyuncularla çektiği ilk filmi. İlginç bir distopya.
ŞENAY AYDEMİR:
Saul’un Oğlu/ Saul Fia:
Cannes’ın en çok konuşulan filmlerinden birisiydi. Merak etmek için çok neden var.
Hazine/ Comoara:
Porumboiu’nun önceki filmleri, bu filmi de beklemek için yeterli bir neden.
Gençlik/ Youth:
Muhteşem Güzellik’in yaratıcısının yeni filmini merak etmemek imkansız.
Hasret/ Yearning:
Ben Hopkins bambaşka bir İstanbul çıkarıp koyuyor önümüze.
Bayan Amerika/ Mistress America:
Baumbach, eğlence ile sinemayı birleştirebileceğini kanıtladı. Umudumuz bu filmde de bu yönde.
ENGİN ERTAN
Carol:
Todd Haynes, Patricia Highsmith’in ünlü romanını son derece şık bir filme dönüştürmüş. Cate Blanchett ve Rooney Mara’nın performansları da birinci sınıf.
Hazine/ Comoara:
Rumen Yeni Dalgası’nın gözde yönetmenlerinden Corneliu Porumboiu, yeni filmi “Hazine”de de ülkesinin haline dair sağlam bir taşlamaya imza atmış.
The Lobster:
Yorgos Lanthimos’un ilk iki filmi kadar çarpıcı olmasa da, parlak fikirler ve harika esprilerle dolu senaryosu, göz alıcı oyuncu kadrosu ve yönetmenliğiyle yılın öne çıkan filmlerinden.
The Witch:
Güçlü atmosferi ve ürkütücü öyküsüyle son yılların en iyi korku filmlerinden birisi.
Yeni Ahit/ Le tout nouveau testament:
Jaco Van Dormael’in filmi, hınzır esprileriyle İncil’e yeni bir yorum getiriyor ve dört başı mamur bir kendini iyi hisset filmine dönüşüyor.