04 Ekim 2015 04:25

Gazetecilerin yüz yıllık yalnızlığı

Paylaş

Hakan GÜNGÖR

Gazetecilerin korkutulduğu, sindirilmeye çalışıldığı, bırakın yaptıkları haberleri, seçtikleri kelimeler nedeniyle bile başlarının belaya girdiği bir dönemdi. 100 yıldan fazla zaman geçti üzerinden. Ama sanki dün gibi. Bugün gibi. Ahmet Hakan’ı hedef gösterenler, darp edenler hep aynı yolda, aldığı tehditlere rağmen koruma vermeyenler hep aynı rolde. Mesele ise yolda kalmamak, rol kesenlere boyun eğmemek… 100 yıldır olduğu gibi, yola devam etmek…

II. Abdülhamid dönemi basın için boğucu bir süreçti. Gazeteler sansürle boğuşuyor, jurnallenme endişesiyle mesleklerini icra edemez hale geliyordu. Padişahın vesveseli kişiliği işleri iyiden iyiye zorlaştırıyordu. Eteğini öpenlerden gayrısını düşman gören Abdülhamid yüzünden bazı kelimeler bile yasaklı hale gelmişti. Padişahın büyük burnuyla alay edildiği sonucu çıkmasın diye “burun”, Osmanlı’ya “hasta adam” dendiği algısı oluşur diye “hasta” kelimesinin sansürlenmesi bunların yalnızca küçük birer örneğiydi. “Tahta kurusu” ifadesi bile, Abdülhamid’e yönelik “tahtın kurusun” bedduası şeklinde anlaşılabileceği endişesiyle yasaklanmıştı! Gün geldi, II. Meşrutiyet ilan edildi. Artık İttihat ve Terakki dönemi başlıyordu.

’KATİLLERİ BULUNACAK’ YALANINI İLK KİM ATTI?

“Hürriyet, adalet ve müsavat (eşitlik)” parolasıyla yola çıkan İttihat ve Terakki çok geçmeden karşı olduğu baskıcılığın aktörü haline gelmişti. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin ardından basın için başlayan bahar çok sürmemişti. Dünün ‘mazlumu’, yeni dönemin zalimi olmayacak zannediyordu kimileri. Tıpkı bugün gibi. İttihatçılar hegemonyasına karşı gelen, başkaldıran isimlere gözdağı vermeye başladı. İttihatçıları eleştiren yazılarıyla Hasan Fehmi ve Ahmet Samim dikkat çekiyordu. İki isim de tehditler alıyordu.
6 Nisan 1909 akşamı Hasan Fehmi, yakın arkadaşı Şakir Bey ile Galata Köprüsü’ndeyken kulübede oturan tahsildara birer metelik vermişlerdi ki, 4 el kurşun sesi duyuldu. Hasan Fehmi, 3 kurşunun kendisine isabet etmesi sonucu orada öldü. O, Türkiye tarihindeki ilk basın şehidiydi. Hıfzı Topuz, “Türk Basın Tarihi”nde suikastın ardından yaşananları şöyle anlatıyor: “Öğrenciler ertesi sabah büyük bir gösteri düzenleyerek Babıali’nin önünde toplandılar. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa öğrencileri kabul etmek zorunda kaldı.” Sadrazam “Katilleri bulur, astırırım” dedi ama dönemin polis teşkilatının olayın üzerine gitmeye niyeti yoktu. Katilleri yakalanamadı. Daha doğru bir ifadeyle, yakalanmadı. Aradan bir yıl geçmişti ki, yine bir gazeteci hedefteydi. İlk cinayetin hesabının sorulamaması, muktedirlerin işini kolaylaştırmıştı.

AHMET SAMİM ÖLDÜRÜLECEĞİNİ BİLİYORDU

Ahmet Samim, “Sadayı Millet” gazetesinde yazıyordu. Köşesinde kullandığı ifadeleri yine Hıfzı Topuz’dan okuyalım: “Basın, halkı her konuda aydınlatmak zorundadır. Gerekirse hükümetin zayıflığını ortaya kor, kusurlarından, yanlışlarından söz eder. Bizde garip bir ruh hali var. Basın Osmanlılığın gücünden ve şanından söz ederse görevini yerine getirmiş sayılıyor, bunun dışına çıkıp da bozuklukları ortaya korsa kötü bir yol tutmuş oluyor. Sizi ihanetle, kötü bir amaca hizmet etmekle suçluyorlar”. Ahmet Samim, Soma-Bandırma demiryolu imtiyazındaki usulsüzlükleri kaleme alıyordu. Yazılarından dolayı tehdit ediliyordu. Bir arkadaşına yazdığı mektupta “İttihat ve Terakki Cemiyeti idamıma hükmetmiş; idam olunacağım. Bunu yarı resmi bir surette bildirdiler. Emin olun ki kalbimde hiçbir korku duymuyorum” diyordu. 9 Haziran 1910’da Ahmet Samim gazeteden çıkmış, arkadaşı Fazıl Ahmet Aykaç’la Eminönü’de doğru ilerlerken öldürüldü. Alpay Kabacalı’nın “Türkiye’de Siyasal Cinayetler” kitabında Fazıl Ahmet’in olay günü ile ilgili yazdıkları aktarılıyor: “Sonsuz bir korku depremi içinde bir an için başımı arkaya çevirdiğimi pek iyi hatırlıyorum. Ve yine pek açık hatırlıyorum ki, o saniyede bir ateş gördüm, o kadar!” “Sonsuz korku depremi”, Ahmet Samim’in öldürülmesinden sonra basın coğrafyasının en “doğal” afeti olageldi…

TARİH MEZAR TAŞLARINDA, HASTANE KORİDORLARINDA YAZILI

Yolsuzluklardan söz etmek, öldürülme anlamına gelmeye başlamıştı. Muktedirler gemi azıya almıştı. O dönemde yolsuzlukların üzerine giden bir diğer isimse Mizan ve Serbesti gazetelerinde yazan Zeki Bey idi. 1911 yılında gündeme brom madeninin işlenmesi için alınan dış borç üzerinden yapılan yolsuzluk iddiaları damga vurmuştu. Maliye Bakanı Cavit Bey’in o günlerde kurulan Türkiye Milli Bankası’na ortak olduğu söylentisi yaygınlaşmıştı. Zeki Bey konuya dair bazı belgeler bulmuştu. 10 Temmuz 1911’de Bakırköy’deki evine dönerken kurşunlandı.
Muktedirin kurşunu namluya hala sürülü. Şiddeti hem dilinde, hem elinde. Vurmak, kırmak, dövmek yalnızca dünün gerçeği değil. Ne yazık ki Türkiye’nin basın tarihi mezar taşlarında, hapishane duvarlarında, hastane koridorlarında yazılı. Gazetecilerin 100 yıllık yalnızlığı sürüyor. Yumruk ise aynı yumruk. El değişmiş olsa da…

ÖNCEKİ HABER

Kobanê kazandı biz de kazanacağız

SONRAKİ HABER

Kirpi üreten medya patronu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa