Demirtaş ve şiddetsizlik
HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Gandi’ye atıfla dile getirdiği 'Adaletsiz rejimi adaletle yıkınız ve alkışlar önüne kansız elle çıkınız' sözü bir tartışma zemini yarattı. Peki Gandi söyleminin içeriği nasıl doldurulacak? Sinan Birdal yazdı.
Sinan BİRDAL
HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın partisinin seçim beyannamesini açıkladığı 2 Ekim toplantısında Gandhi’ye atıfla dile getirdiği “Adaletsiz rejimi adaletle yıkınız ve alkışlar önüne kansız elle çıkınız” sözü kamuoyunda önemli bir tartışma zemini yarattı. Demirtaş’ın açıklamasını üç açıdan ele almanın doğru olduğunu düşünüyorum:
1) Açıklamanın tartışılması silahlı çatışmanın yükselmesiyle kamuoyundaki görünürlülüğü düşen HDP’ye yeni bir çıkış yapma imkanı sağladı. Böylece Kürt siyasal hareketinin diğer unsurları tarafından HDP’ye yöneltilen “inisiyatif gösterememe” eleştirisi karşılanmış oldu. Bu açıdan Gandhi açıklamasını “Seni başkan yaptırmayacağız” açıklamasına benzetmek mümkün. Gandhi’ye atıfla Demirtaş açık, net ve öz bir biçimde şiddetsiz bir siyaset talep ettiklerini ve izleyeceklerini ilan etmiş oldu. Önümüzdeki günlerde bu açıklamanın toplumsal yankılarını daha net görmek mümkün olacak.
2) Demirtaş’ın açıklaması barış hareketinin HDP’li olmayan, HDP’ye yakın ve HDP’nin içinde duran, ancak Ceylanpınar saldırısından ötürü PKK’yi eleştiren unsurlarına siyasi bir zemin teklif etti. Suriye’ye müdahaleye karşı haziran sonu-temmuz başında oluşturulan ve içinde hem CHP hem de Haziran Hareketini barındıran geniş cephe Ceylanpınar saldırısından sonra ciddi bir hasara uğramış, önce CHP sonra Haziran barış talebini dile getirse de HDP’yle ortak söz ve eylem birliğinden kaçınır olmuştu. HDP’yi destekleyen ve HDP’ye dahil olan güçler içinde de PKK saldırılarının Erdoğan’ın elini güçlendirdiği eleştirileri dile getirilmiş ve PKK’ye yönelik tek taraflı ateşkes çağrıları gündeme gelmişti. Bu çağrılar ise Kürt hareketinden ve onu destekleyen bazı yazarlar tarafından Türk-Kürt eşitsizliğini üreten bir söylem olarak eleştirilmişti. Sonuçta bu gerilim HDP’nin örmeye çalıştığı barış cephesini etkisiz hale getirdi. Demirtaş’ın açıklamasını bu gerilimi aşmaya ve barış cephesini genişletmeye çalışan bir söylem olarak değerlendirmek mümkün.
3) Sivil itaatsizlik ve şiddetsizlik söylemini sadece seçimlere yönelik bir hamle olarak ele almak yetersiz olur. Gandhi söylemi elbette HDP’nin seçim kampanyasını etkileyecektir ancak bu kampanyanın seçim sonrasında oluşacak muhtemel siyasi tabloyu göz önünde bulundurarak yürütüldüğüne kuşku yok. Kamuoyunda oluşan beklenti 1 Kasım seçimlerinin 7 Haziran seçimlerinden farklı bir tablo ortaya çıkarmayacağını öngörüyor. İki değerlendirmeyi hatırlatalım: 29 Eylül’de İMC TV Gündem Müzakere programına katılan Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi seçim sonrasına dair karamsar olduğunu ve durumun daha da kötüleşebileceğinden korktuğunu açıkladı. İhsan Çaralan ise Evrensel’deki köşesinde HDP’nin parlamentoya girmesi durumunda Erdoğan’ın seçim sonuçlarını yine tanımayacağını vurguladı (Evrensel, 01.10.2015). Birbirinden bağımsız yapılan bu iki değerlendirmeyi beraber düşündüğümüzde seçim sonuçları ne olursa olsun, bu sonuçları tanımama pahasına fiili başkanlık rejimini devam ettirme iradesinin gösterileceği öngörülüyor. Fiili rejimin devamının tek aracının fiili fiziksel güç -yani savaş politikası- olduğu göz önünde bulundurulursa seçim sonrasına dair Elçi’nin endişeleri anlaşılır hale geliyor. Bu noktada Demirtaş’ın açıklaması başkanlık rejimine muhalefetle barış talebini birleştirmeye yönelik bir hamle olarak değerlendirilmeli. Başka bir deyişle, Gandhi söylemi sadece seçime yönelik olmayan, seçim sonrası beklenen yeni siyasi kırılmalara (Yeni seçmen ittifakları ve yeni siyasi kutuplaşmalara) müdahale imkanı yaratan bir hamle.
ŞİDDETSİZLİĞE İLİŞKİN BULGULAR
Peki Gandhi söyleminin içeriği nasıl doldurulacak? Aslında bu söylemin 2 Ekim’den önce 9 Eylül Cizre yürüyüşüyle pratiğe geçirildiğini hatırlamak gerekiyor. Cizre yürüyüşü Gandhi’nin 1930 Tuz Yürüyüşü gibi bağımsızlık hedeflemiyordu elbette. Ancak yürüyüş HDP’nin izleyeceği politikanın habercisi olmuş, (Basına yansıdığı kadarıyla) bölge halkından ciddi bir destek görmüştü. Önümüzdeki dönemde bu siyasi stratejinin hangi taktiklerle geliştirileceği hâlâ önemli bir soru. Bu noktada siyaset biliminde sivil itaatsizlik ve şiddetsizliğe ilişkin çalışmaları tartışmakta fayda var. Bu konuda son dönemde yayınlanan en etkili makale ABD Barış Enstitüsünde kıdemli analist olan Maria J. Stephen ve Denver Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Okulunda profesör ve dekan yardımcısı olan Erica Chenoweth tarafından 2008 yılında alanın prestijli dergilerinden Uluslararası Güvenlik’te yayımlandı (International Security, Cilt 33, Sayı 1, Yaz 2008, ss. 7-44). Makalede yer alan görüşler yazarlar tarafından 2012 yılında yine prestijli bir akademik yayınevi olan Columbia Üniversitesi Yayınlarından çıkan bir kitapta geniş olarak ele alındı. Kitap ve makalenin başlığı aynı: “Neden Sivil İtaatsizlik İşe Yarıyor: Şiddetsiz Çatışmanın Stratejik Mantığı” (Why Civil Resistance Works: The Strategic Logic of Nonviolent Conflict). Yazının geri kalanında makaledeki varsayımlar ve bulguları tartışmak istiyorum. Ancak kısa bir uyarı yapmak yerinde olacak. Bu makale her akademik çalışma gibi belirli bir siyasi yaklaşımın bakışını yansıtıyor. O bakımdan makalede bahsedilen araştırmayı konu üzerinde söylenecek nihai bir söz olarak değerlendirmemek gerekir. Makaleyi tartışmamın nedeni bu konudaki bilimsel tartışmaları kamuoyuna mal etmektir. Yoksa makalenin etraflıca bir bilimsel eleştirisi yeni bir araştırmayı gerektirir ki buna böyle bir yazıda girişmek mümkün değildir.
STEPHAN VE CHENOWETH’İN ÇALIŞMALARI
Stephan ve Chenoweth özetle baskıcı rejimlere karşı şiddetsiz direnişin şiddet kullanan direnişten daha etkili olduğunu iddia ediyor. Yazarlar şiddetsiz direnişi “Şiddet kullanma tehdidine başvurmadan toplumsal, psikolojik, ekonomik ve siyasi araçları kullanarak bir mücadele başlatmak için kullanılan, sivillere dayalı bir yöntem” olarak tanımlıyor. Sembolik protestolar, ekonomik boykotlar, grevler, toplumsal ve siyasi iş birliğini reddetme ve şiddetsiz müdahale gibi çok çeşitli yöntemler bu tanımın içinde yer alıyor. Diğer yandan şiddetsiz direniş geleneksel siyasi kanalların da dışında gelişiyor. Dolayısıyla lobicililik, seçim kampanyaları ve yasama faaliyetleri bu tanımın dışında kalıyor. Yazarların dikkat çektiği diğer bir husus “stratejik şiddetsiz direniş” ile “ilkesel şiddetsizlik” arasındaki farklılık. Yazarlara göre Gandhi ve Martin Luther King gibi ilkesel şiddetsizliğe inanan birçok kişi şiddetsiz direnişe girişirken, şiddetsiz direnişe katılanların çoğunluğu ilkesel şiddetsizliğe inanmayabiliyor. (Burada yazarların Gandhi’nin şiddetsizlik ilkesini tutarlı ve sıkı bir şekilde izlediğine dair popüler bir yanılgıyı tekrarladıklarını belirtmek gerekiyor. Gandhi’nin bu açıdan tutarlı olmadığına dair bir eleştiri için bkz: Perry Anderson, The Indian Ideology, Verso, 2013). Son olarak yazarlar şiddetsiz direniş kampanyalarının “barışçıl” olarak nitelendirilmelerine karşın çoğu zaman geleneksel siyaseti bozan, taşları yerinden oynatan bir nitelik taşıdığını vurguluyorlar.
STEPHAN VE CHENOWETH’E GÖRE ŞİDDETSİZ KAMPANYALARIN BAŞARISINI AÇIKLAYAN İKİ NEDEN
1) Kampanyanın şiddetsiz araçlara bağlılığı onun ulusal ve uluslararası meşruiyetini arttırıyor ve direnişe daha geniş kesimlerin katılımını sağlıyor. Böylece baskıcı rejimin dayandığı siyasi, ekonomik ve hatta askeri güç etkili bir şekilde aşındırıyor, kampanyanın talepleri daha geniş destek buluyor. İç siyasette, rejim yanlıları şiddetsiz direnişle bahşetmeye silahlı isyancılarla mücadele etmekten daha az hazırlıklı oluyorlar. Dolayısıyla şiddetsiz direnişin rejim yanlıları arasında çatlaklar ve bölünmeler ortaya çıkarma ihtimali daha yüksek oluyor. Dış siyasette, uluslararası toplum şiddetsiz direnişin bastırılmasına silahlı direnişin bastırılmasından daha fazla tepki veriyor. Özellikle baskının medyaya yansıması uluslararası tepkiyi arttırıyor. Hem iç hem de dış siyasette etkili olabilmesi için kampanyanın her iki düzlemdeki seyirci, izleyici, dinleyici hedef kitlesine yönelik başarılı bir iletişim gerçekleştirmesi gerekiyor.
2) Hükümetler silahlı isyancılara yönelik uyguladıkları şiddeti daha rahat meşrulaştırırken, şiddetsiz hareketlere yönelik şiddet politikalarının geri tepme olasılığı daha yüksek oluyor. Direnişe sempati duyma potansiyeli olan kesimler şiddet kullanan militanların uzlaşmaya yanaşmayan aşırıcı ve maksimalist hedefler izlediğini düşünürken, şiddete başvurmayan direniş gruplarını daha ılımlı olarak algılıyorlar. Böylece şiddetsiz kampanyalar çekiciliklerini ve rejimle pazarlık güçlerini arttırıyor. Yazarlara göre şiddetsiz kampanyaların pazarlığa daha açık algılanmalarının nedeni bunların rejim üyelerinin hayatlarını ve güvenliklerini tehdit etmemesi. Makaledeki kurama göre bireyler bir düşmana nasıl cevap vereceklerine düşmanın eylemlerine bakarak karar veriyorlar. Bu karar alma süreci şiddetsiz direnişi iki yoldan avantajlı hale getiriyor.
a) Bir kampanyanın başarısı için kamusal destek önem taşıyor ve kamuoyunda şiddetsiz kampanyalar fiziksel olarak tehdit etmeyen, şiddetli kampanyalar ise tehdit edici olarak algılanıyor. (Şiddetsiz kampanya ve eylemlerin aslında şiddet yanlısı veya şiddet içeren eylemler olarak sunulduğu propagandanın -örneğin “Silahlar sussun diyenler terörü destekliyor” biçimindeki söylemlerin- bu varsayım çerçevesinde düşünülmesi gerekiyor. Yazarlar bu noktada bir tartışma açmıyor. Ancak bu varsayımın işler hale gelebilmesi için böyle bir karalama propagandasının etkisizleştirilmesi gerektiği aşikar.) Özetle, şiddetsiz kampanyaların kamuoyu desteği daha geniş oluyor.
b) Silahlı isyanlar rejim üyeleri ve güvenlik kuvvetlerinin hayatlarını tehdit ettiği için “sadakat kayması” ihtimalini engelliyorlar. Rejim üyelerini, güvenlik güçlerini ve sivil hizmet görenleri fiziksel olarak tehdit etmeyen direnişler rejimi oluşturanlar ve destekleyenler arasında farklı görüşlerin ortaya çıkmasına ve şiddetsiz hareketlere doğru bir “sadakat kaymasına” imkan sağlıyor. (Bu varsayımı da örneğin Gezi eylemlerinin şiddetsizliğinin bu eylemlere yönelik polis şiddetine mani olmadığı ışığında değerlendirmek lazım. Nitekim tarihteki şiddetsiz sivil itaatsizlik eylemlerinin çoğunluğu polis ve asker şiddetine maruz kalmıştır. Ancak Gezi sırasında valiler, cumhurbaşkanı, hükümet üyeleri arasında verilen tepkide ölçünün kaçırıldığına dair bir tartışmanın yaşandığı basına yansıdı. Gezi’nin rejimin bileşenlerini dağıtıcı bir etkisi olduğu ise şu anda tartışılmaz bir veri olarak kabul ediliyor.) Yazarlar ayrıca Kuzey İrlanda’da olduğu gibi rejimlerin silahlı isyanlara yönelik bastırma girişimlerinin de geri tepme olasılığının olduğuna dikkat çekiyorlar.
Bu düşüncelere dayanarak yazarlar kuramlarını test edecek dört varsayım geliştiriyorlar:
1. Varsayım: Rejimin şiddet kullanma isteği şiddetsiz kampanyaların başarı şansını arttırır, şiddete dayanan kampanyaların başarı şansını azaltır.
2. Varsayım: Şiddetsiz direnişin şiddetli direnişe nazaran güvenlik güçleri arasında “sadakat kayması” yaratma avantajı vardır.
3. Varsayım: Uluslararası yaptırımlar ve kampanyaya açık (dış) devlet desteği şiddetsiz kampanyaları şiddetli kampanyalardan daha avantajlı kılar.
4. Varsayım: Hedef rejimin alacağı dış devlet desteği hem şiddetli hem şiddetsiz kampanyaları olumsuz etkiler.
Varsayımlarını 1900-2006 arasındaki 234 gözlem üzerinden istatistiksel olarak test eden yazarlar şiddetsiz ve şiddet kullanan direniş kampanyalarına dair verileri karşılaştırıyor ve şiddetsiz kampanyaların yüzde 53’ünün başarıya ulaştığını, şiddete dayalı kampanyaların ise yüzde 26’sının başarıya ulaştığını tespit ediyor. Yani yazarlar inceledikleri örneklem içinde şiddetsiz direnişin başarı oranının şiddete dayanan direnişten iki kat daha fazla olduğunu gözlemliyorlar. İstatistiksel analizin yanında 1988-89 Doğu Timor, 1986 Filipinler ve 1988-90 Burma’daki kampanyaları karşılaştırmalı olay analizi yöntemiyle inceleyen yazarlar, makalenin sonunda varsayımlarının testlerini değerlendirirken bazı uyarılarda da bulunuyorlar. Yazarlar özellikle zaman içinde kitle seferberliğinin derecesi ve doğasına ilişkin -özellikle direnişin genişliğinin coğrafi bölge, sektör ve demografi açısından irdelendiği- daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğunu vurguluyorlar. Ayrıca her şiddetsiz muhalefetin birliğinin derecesinin ampirik olarak değerlendirilmesi gerektiğinin altını çiziyorlar. Yazarlara göre şiddetsiz taktikler repertuvarının genişlemesinin mi yoksa bu farklı taktiklerin art arda sıralanmasının mı (Yani hangi taktiğin önce hangisinin sonra uygulandığının mı) şiddetsiz hareketlerin başarısını arttırdığını belirlemek için şiddetsiz taktiklerin çeşitlenmesi ölçülebilir. Son olarak yazarlar sundukları araştırma sonuçlarının şiddetsiz hareketlerin başarısı için bir model plan oluşturmadığının, ancak varsayımları doğrultusunda hareket eden kampanyaların başarı şanslarının daha yüksek olduğunun altını çiziyorlar. Başka bir deyişle önerdikleri varsayımların her farklı durum için ampirik olarak test edilmesi gerekiyor.
SONUÇ YERİNE
Bu yazı Demirtaş’ın ilan ettiği HDP stratejisi bağlamında siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanında son dönemde ses getirmiş bir makalenin bulgularını kamuoyuyla paylaşma amacını güdüyor. Dolayısıyla herhangi bir siyasi öneri geliştirmek veya teklifte bulunmak bu yazının sınırlarını aşıyor. Siyasi teklifler kolektif bir akılla ve tartışmayla geliştirilir. Bu anlamda yazı Demirtaş’ın teklifine ilişkin kamuoyunda sürdürülen tartışmalara bahsedilen araştırma açısından kısıtlı bir katkı sunuyor. Kuşkusuz tartışmalar bu yazıda sözü geçen araştırma haricindeki araştırmalardan, özellikle literatür taramalarından ve Türkiye özelinde gerçekleştirilecek araştırmalardan beslenecektir. Bu bağlamda ampirik çalışmaların yanında, hem siyasal uzlaşma ve müzakere, hem de siyasal çatışma modellerine dayanan siyaset felsefesi yaklaşımlarının ele alınması gerekir. Uzlaşma modelleri bir yana, siyaseti düşman ve dost ayrımına dayandıran ve özünde bir çatışma olarak değerlendiren yaklaşımların bile savaş ve siyaset arasında bir ayırım yaptığını vurgulamak gerekir. Jürgen Habermas, John Rawls, Şeyla Benhabib gibi müzakereci demokrasi kuramcılarına karşı Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau gibi radikal demokrasi kuramcılarının liberalizm eleştirisine dayanak yaptıkları Nazi döneminin ünlü anayasa kuramcılarından Carl Schmitt’in savaş ve siyaset ayrımına dikkat çekmek faydalı olabilir. Siyasetin dost ve düşman kavramlarına dayandığını iddia eden Schmitt düşman kavramına anlam kazandıran şeyin savaşın gerçek bir olasılık olarak var olması olduğunu söyler. Ancak buna rağmen siyasetin kanlı bir savaş veya askeri bir savaşın siyasi idaresine indirgenemeyeceğini vurgular. Savaşta dost-düşman ayrımı artık siyasi bir sorun olmayacak kadar açıktır. Siyaset ve savaşın farklı kendine özgü stratejik, taktik ve başka türlü kuralları ve bakış açıları vardır. Demirtaş’ın çıkışını bu açıdan siyasete zemin açan bir hareket olarak değerlendirmek mümkündür. Şöyle devam eder Schmitt: “Savaş katiyen siyasetin hedefi ve amacı veya hatta içeriği değildir. Ancak savaş her zaman gerçek bir olasılık olarak var olan ve insan davranışını ve düşünüşünü kendine has bir şekilde belirleyen ve dolayısıyla belirli bir siyasi davranışı ortaya çıkaran bir varsayımdır” (Der Begriff des Politischen, Duncker & Humblot, s. 33). Savaşın olası bir varsayımdan çıkıp gerçekliğe dönüştüğü koşullarda siyasi alanın nasıl açılacağı ise ancak toplumsal ve sınıfsal bir analizle mümkün olacaktır. Bunun için de barış taleplerinin ve barış hareketinin sınıfsal bir tahliline ihtiyaç vardır.