Bir başka Truva atı
Nilüfer ALTUNKAYA
Zihni Anadol, “Truva Atında İlk Akşam”, “Kırmızı Gül ve Kasket”, “Can Pazarı Yolcuları”, “Aydınlığa Omuz Verenler”, “Ağlama Duvarı” kitaplarının yazarı, bir halk aşığı, sosyalist geleneğin en önemli isimlerinden biridir.
1944 yılında TKY’ye üye olmak, yönetimine katılmak savıyla tutuklanıp, yargılanan, aralarında Reşat Fuat Baraner, Fehmi Kurucu, Hikmet Elin, Sebati Selimoğlu, Nihat Balyoz, Kirkor Sarafyan, Mustafa Birtem, Halil Irgat, Avni Güler, Zeki Baştımar, Ali Tokuç, Ziya Türe, Hasan İzzettin Dinamo, Suat Derviş gibi isimlerin olduğu toplam 65 kişinin birlikte yargılandığı, hüküm giydiği bir sürecin de önemli bir tanığıdır.
Truva Atında İlk Akşam adlı kitabında bu süreci anlatırken roman tadında şiir vuruculuğunda, tam bir toplumcu bilinçle, sorgulayan, anlamaya çalışan, şikâyetçi olmak yerine çözüm arayan bir yaklaşımla kaleme almıştır yaşananları.
1940’lı yıllarda dünyada ve ülkemizde yaşanılan olayların önemli bir kaydıdır bu anılar. Bu nedenle Truva Atında İlk Akşam bir anı kitabı değildir sadece. Yaşananları iç ve dış siyasal olaylarla bağlantılı olarak gerçekçi bir yaklaşımla aktarması bakımından ideolojiler üstü tarihsel bir öneme sahiptir. Ayrıca yalın dili, insana ışık tutan gerçekçiliği, kurgusal bütünlüğü, çoklu bakış açısıyla edebi değerini de hâlâ korumaktadır.
İşte yukarıda isimlerini saydığımız bu 65 kişi, çukur bir hapishane avlusuna indirilip, kelepçeleri çözülürken, tahta barakanın önünde, bileklerinin kurumuş çıplaklığında kan izlerini tatlı tatlı kaşıyarak, ürkek, meraklı bakışlarla nereye getirildiklerini anlamaya çalışırlar. Aylar süren sorgulardan geçmiş, salıverilmeyi beklerken yeniden kelepçelenmenin hayal kırıklığını yaşamış, sonunda Truva Atı’nı andıran tahta bir barakanın soğukluğuna bırakılmışlardır.
Hapislerde yatılmış, sürgünlerden, işkencelerden geçilmiş, bir özgürlük sevdasıyla gençlikler tüketilmiş, bir Truva Atı’nda dostluklar, sırdaşlıklar, yoldaşlıklarla daha güzel yarınların umudu tazecik tutulmuştur. Kimler yoktur ki bu Truva atında…
Zihni Anadol, Truva Atı’ndan, havalandırmaya çıkarılan Hasan İzzettin Dinamo’yu şöyle anlatır:
“Bedenini saran bol bir asker kaputunun içinde tombalacık güler yüzlü şair Dinamo’yu bizim tahta atın yanına doğru bıraktılar. Burası bahçenin içinde el kadarcık havuza benzer bir yerdi... Dinamo bize yaklaştıkça yuvarlacık tombul yüzündeki gözlerin çevreyi süzdüğü, ilk defa bir adamın, güneşe çıkarılmış bir adamın hayretle alanı, candarma kulelerini, kıyı bucakta dolaşan insanları, cılız gölgeli ağacı, hele hele meydanlarda dolaşan, herkesin sevgilisi, eğlencesi sarışın köpeğe sevgiyle, özlemle bakıp bakıp şair gözleriyle gülerek süzdüğü görülüyordu. Yanına kuyruğunu sallaya sallaya yaklaşan hayvanın belini okşadı, sonra gidip o cılız, önüne gelenin musallat olduğu, önüne seccadeler serilip kıble yapıldığı ağaca elini sürdü, dallarına başını kaldırdı, sonra gökyüzünün derin sonsuzluğunu ciğerlerine çekti.”
İkinci Dünya Savaşı’nın ülkemizdeki atmosferini yansıtan bu anı-romanla siyasi tarihimizin önemli sosyalist aydınlarını Truva Atı’nın penceresinden izleriz adeta.
Sabiha Sertel’le karşılaşmasını “Sabiha Sertel Hanımla Görüşmem” başlıklı bölümde şöyle aktarır, Zihni Anadol:
“Bana liseye kadar kitaplar gönderen, fıkra yazarlığının yanında cep kitapları serisini de yürüten insanı görmek için Tan gazetesindeki yazıhanesine gittim. Kendimi tanıttım. Yumuşak, sevecen bir yüreklilikle beni kabul edip yer gösterdi. Gülerken iri gamzeler oluşan yuvarlak, tatlı bir yüzü, antik güzellik tanrıçalarının güzel başı, masmavi derin zeki gözlerinden, gerici faşist hasımlarına attığı okların fırladığını görür gibi oluyordum.”
Zihni Anadol, o dönemin yazarlarının sık sık gittiği Küllük Kahvesi’nde tanımıştır Suat Derviş’i. “Altı yüz erkek arasında bir tutuklu kadın: Yazar Suat Derviş Hanım”ın anılarındaki halini Truva Atı’ndaki haliyle kıyaslar:
“O zamanlar yeni edebiyat dergisini çıkarıyordu. Sağlık taşan güzel yüzünden çevresine inanılmayacak bol kahkahalar taşar, şen, şakrak sesiyle hayranlarını yanına toplar, bol şakalı nükteleri ortalıkta bir tokat gibi patlardı... Çok şık giyinirdi. Zarif kostümü, geniş kenarlı süslü Hasır şapkasıyla tüm gözleri hayranlıkla üstüne çekerdi. O zamanın sayılı yazarlarındandı. Gazete patronları onun fikirlerini, toplumcu olduğunu bile bilmelerine karşı romanlarını tefrika etmek ve röportajlarını yayınlamak için sıraya girerlerdi. Şimdi Ankara Soğukkuyu hapishanesinin küçücük işkence hücresinin yarı açık kapısından gülerek bana bakan arkadaşlarımızdan yazar Suat Derviş Hanım işte buydu. Örgüsüne eğilmiş, başını kaçamak kaldırarak bana bakıyor: “Ne var, ne yok? Yeni bir şeyler var mı?” sorularını yöneltiyordu.”
İdeolojilerinin gereği olarak örgütlü olmanın mücadelesini veren o günün edebiyatçılarının onca zorluk ve baskıya rağmen sürüp giden dostlukları, günümüz edebiyat ortamındaki gürültülü yalnızlığımıza biraz ışık tutsa keşke. Biraz da böyle bir niyetle anmak istedim Truva Atında İlk Akşam’ı.
Bir kavganın inanmışlığı içinde o yıllarda bu insanlara ödetilen bedellere yönelik olarak bugün bile hâlâ zihinler puslu ve suskun olsa da... Bizden habersiz zamanın genişleyen sonsuzluğunda kendilerine özgü ışıltılarını saçmaya devam ediyorlar belki de. Kim bilir?
Diyeceğim o ki; düşüncelerinden ödün vermeden yaşayıp, yazan, söyledikleri, yazdıkları ve yaşadıkları çelişmeyen bu değerli yazarlarımızın bugün unutulmaya yüz tutmuş olmaları içler acısı bir durumdur.
Yaşasın kültür endüstrisi!
Evrensel'i Takip Et