'Derin boşluk'tan derin kaygıya
Çağrı SARI
Sercan Apaydın’ı ‘Resimlerinin içinde yaşayan ressam’ olarak tarif ediyor, Evrensel Kültür dergisinin Ekim 2015 basımında, Ressam Burhan Kum. Sercan Apaydın insan için yapılan, ancak insana dair var olan bütün duyguları yok sayan, onu çarpık bir yaşamın içine mahkûm eden mekânları resmediyor. Onun resimlerine baktıkça çocukluğumuzun insanca duygularının, mahalle sıcaklığının, ağaç gölgesinin hayatımızdan nasıl ç’alındığına tanık oluyoruz. Sercan Apaydın’ın ev ile atölye arasında mekik dokurken gördüğü o soğuk binalar, iç içe geçmiş çarpıklık aslında bizim hayatımızın da keşmekeşini anlatıyor... Sercan bu keşmekeşi anlatma kaygısı içinde...‘Sadece resimleri içinde’ yaşamıyor Sercan, sergisi ‘Derin Boşluk’ ile belki de bizim hayatımızı bize anlatıyor... Sercan Apaydın’ın ‘Derin Boşluk’ adlı sergisi 5 Kasım 2015 tarihine kadar Galeri Versus’ta.
Sercan, insan figürünü hiç kullanmadan kentin insan yaşamındaki etkisini çizmişsin. Serginin adı ‘Derin Boşluk’! Bu boşluğu tarif eder misin?
Mimarlık en eski sanat dallarından birisi. İnsanlar yaşadıkça mimarlık ve şehir planlaması gelişim göstermiş. Mimari yapılar iktidarların kendilerini en çıplak gerçekliği ile temsil ettikleri birincil alanlardır. İnsanlar şehirleri gezerken ilk olarak o mimari yapılarla karşılaşırlar. Mimari yapılar bu nedenle ilk sergidir... Meydanlar bu işin merkezidir mesela. Meydanlarda bir dönemin ideolojisini görme olanağı vardır insanların. Mimari yüzyıllar boyunca da yaşar ancak, değişen iktidar şehirlere ve mimariye de müdahale ediyor. Bizim ülkemizde ise zaten bu hep yaşanıyor. İstanbul üzerinden değerlendirecek olursak; İstanbul doldukça içimizdeki boşluk oluşturuyor. Boşluğu biraz böyle yorumladım.
Resimlerinde üç farklı kentten izler var. Antalya, Kopenhag ve İstanbul. İstanbul’da okul ve çalıştığın yer (Sanayi mahallesi- Levent) arasını resmettin aynı şeyi Kopenhag’da da yaptın... İki farklı tablo var ortada, bu iki resim bize iktidar ve mimari arasında ipuçları veriyor sanırım.
Bütün bedenimizde görme eğilimi var. Hemen her gün yürüyoruz, bir yerden bir yere hareket ediyoruz. Bizim etrafımızı saran mimari oluşumlar çarpık kentleşmeyle dışa vurdu kendini. Yurt dışında yaşadığım, bedenimin içinde bulunduğu alanlar arasında ise ister istemez bir farklılık çıktı ortaya. Oradaki şehir planlamalarının çok daha serbest ve düzgün olduğu, daha doğrusu insani olduğu bir gerçek. Ülkelerin bütün politikalarını buna göre kurmasıyla ilişkilendiriyorum söz konusu gerçeği. Bizim ülkemizde durum tamamen farklı; mimari yapılar yapıldıkça planlanıyor halbuki yapılmadan planlanması gerekir.
‘RESİM YAPARAK DERDİMİ ANLATIYORUM’
Derdini resimle anlatıyorsun...
İnsanın hayatına bir şey dayatılınca mücadele başlıyor, doğal olarak. İnsan, sorunu onunla uğraşarak aşabilir ancak. Böyle bir mücadele anlayışım var. Her gün o yollardan yürüyerek, inadına yürüyerek... Yürürken o binaların arkasından geçerken düşünüyor ve bunları aktarıyorum. Sadece duvarların videolarını çekiyorum bu aralar. Bu sıkışıklığın içinde yaşayan bir insan olarak çiçek böcek resmi yapsam, sanırım kendime karşı samimi olamazdım. İçimde yaşadığım gerçekliği ifade etmeye çalıştım sanatsal bir dille. Yazar bunu başka bir edebi dille ortaya koyar, müzisyen başka; ben de ressam olarak bu gerçeklikten yararlanarak kendi dilimi yaratıyorum...
STATLAR ARENA OLDU ‘İNSAN’DAN UZAKLAŞAN KORUNAKLI YERLER HALİNE GELDİ
Stat çalışmışsın, ‘Arena’ diyorsun... Yapay çimler kullanmışsın. ‘Arena’nın çevresinde çarpık binalar...
Arena spor müsabakalarının düzenlendiği yer. Eskiden stadyum olarak tarif edilen, günümüzde büyük şirketlerin isimleri ile beraber anılan arenalara dönüşmeye başladı. Bu da küreselleşme çabası. Arena kavramı bir yandan böyle ‘şov alanı’ gibi. Tabii bunun içinde sporun da endüstrileşmesi gibi bir gerçek var ama artık arenalar insanların kimlik kartlarının gösterilerek girdiği yerler oldu. Bir maçı izlemek için sadece bilet alıp girdiğin yerler gibi değil. Bunlar işin birer parçası. Arena kavramı insana uzak geliyor. Eskiden insanların daha kolay gelip işin içine dâhil oldukları bir alan varken, şimdi daha korunaklı yerler oldular. Bunlar bana insani duyguları öldüren alanlarmış gibi geliyor. Bu nedenle benim resimlerimde hiç insan yok, mimari alanlar var!
BİR İDEOLOJİ İSTERSE ONU VAR EDİYOR, İSTERSE YOK EDİYOR
Nasıl başladın kentleri tasarlamaya?
Tekrar boşluk mevzusuna dönersek Newyork’ta İkiz Kulelerin yıkılması bende biz iz bıraktı, diyebilirim. Dünya Ticaret Merkezi olarak bilinen İkiz Kuleler aslında dijital bir veriydi... Tüm dünya canlı yayında kulelerin çöküşünü izledi. Tarif etmek gerekirse o anda iki binanın gerçekliğini öğrendik ve o binalar yine o anda yok oldu. Orada bir ideoloji vardı aslında; ABD’nin yüzyıllardır sürdürdüğü ‘dünyaya egemen olma çabası’ndaki olaylardan sadece bir tanesiydi bize yansıyan. Sürdürdüğü ideolojiyi bir mimari unsur üzerinden nasıl çökerttiğine dair bir olaydı ve beni çok etkiledi. Böylelikle kendime şunu sordun, ‘Acaba mimari hep böyle mi kullanılıyor? Bir ideoloji istediğinde onu var edebildiği gibi, istediğinde yok ediyor olabilir mi?’ Onun varoluşu tamamıyla iktidarların elinde ve insanlar sadece o mekânların içinde gezen bir figür... Hiçbir zaman tam olarak parçası olamıyoruz. İstanbul’da Sanayi Mahallesi ile Levent arasında gidip geldiğimde o finans merkezlerinin, gökdenlerin neredeyse başından beri inşaatına tanık oldum. Arka tarafı tamamen varoş olan bir bölge burası. Kâğıthane bölgesi... Ön tarafı tamamen finans merkezi olarak kabul ediliyor. Buradaki büyük çelişki de benim ilgimi çekti. Boşluk kavramına dönecek olursak; oradaki binalar oralarda gezen insanlar için sanki gökyüzünde aslı olan dijital bir veriymiş gibi. Tıpkı Newyork’taki İkiz Kuleler gibi. Bunlar birden var oluyorlar ve sanki birden yine yok edilebilirmiş gibi. Yani kurgulayan iktidar istediklerinde yok ediyorlar bizleri de o mekânda yaşamaya zorluyorlar. Bu planlar yapılırken de insana sorulmuyor... Dâhil olamıyorsun o kurguya.
GECEKONDULARIN ÖN TARAFI GÖKDELEN BÜYÜK ÇELİŞKİ VAR BURALARDA
İstanbul Kâğıthane Sanayi Mahallesini çalışıyorsun özellikle ve hemen yanı başındaki Levent’i. Büyük çelişkiler barındıran iki mekân...
Sanayi Mahallesi özel bir yer. 1970’li yıllarda gecekonduların hâkim olduğu bölge, sonrasında o gecekondular apartmana dönüşmeye başlamış... Hiç boşluğun kalmadığı bir mekân. Özellikle Kâğıthane boşluğun çok az olduğu, evlerin sıkış tepiş inşa edildiği bir yerleşim birimi. Bütün bu sıkışmışlığın ön tarafında, sağında solunda kocaman rezidanslar var. O gökdelenin 25. katında kalan insanın manzarasını Kâğıthane bölgesindeki gecekondular oluşturuyor. Burada çok ciddi bir çelişki var. Bu da her gün oralarda gezen biri olarak benim dikkatimi çekiyor.
İŞÇİ GÖKDELENİ YAPIYOR AMA YAPTIĞI BİNAYA GİREMİYOR
Bir de video var. Bir işçinin baretine kamera yerleştirdin ve rezidansta çalışma hallerini çektin. Aslında senin dışarıda kaldığın ama işçinin tamamen içinde olduğu bir video çekimi. Anlatır mısın?
Bedenen şehrin içinde yürüyen ben ya da herhangi biri, büyük gökdelenlerin içine dâhil olamıyor. Buralar ‘büyük’ şirketlere ait olan yerler. Büyük güvenlik önlemlerinin alındığı alanlar. İşçi buranın inşaatında çalışıyor. Sonrasında da giremiyor zaten yaptığı yere. Yapım aşamasında içine giren, elleri ile inşaa eden işçinin deneyimini aktarmak istedim ben. Bir işçinin baretine kamera taktık. Çalışmaya girdi binanın içine. Girişten asansörle yukarı çıkmasına, binanın dışındaki iskelede çalışmasına kadar her şey var videoda. Hiçbir kurgu olmadan işçinin çalışma halini yansıttığımız bir video oldu. İşçi gökdelenin en tepesine çıkıp çalışıyor... Tehlikeli bir rutin aslında bu onun için. Biz sadece izliyoruz. Bu inşaat onlar için bitti çoktan, bir yenisini yapmaya başladılar bile. İstanbul gibi şehirlerde inşaatlar hızla yapılıyor. Dolayısıyla güvenlik önlemlerinin alınmadığı, insanın kıymetinin olmadığı bir süreç başlıyor. Böyle olunca da bir sürü işçi hayatını kaybediyor. Ölümler devam ediyor, edecek de maalesef.