Karanlık
Delik deşik duvarlara elleriyle dokunuyor, tanı ve teşhisini koyuyordu sonra: 'Bu, kalaşnikof mermisi. Bu, M-16. Roketatarla parçalamışlar burayı. Bu silahı ben de bilmiyorum.' (FOTOĞRAF: Artık bütün sokaklar birbirine benziyor diyen Recep)
Murat ÖZYAŞAR
Herkesin bilmediği, hiç kimsenin bildiği bir şey bu.
Bu sebeple haykırıyor kapı önündeki kadın, yakarırcasına iki eli havada, ara ara göğsünden bir şeyler koparıyor, sanırım ciğeri olmalı, oradan konuşuyor: “Dört gündür kuşatma altındaydık, bütün dünya bilsin!” diyor.
Yazmasını kundakbaşı bağlamasından, ellerinin kara kınasından, bileklerindeki bilekyüzüklerinden belli; henüz taze gelin. Mutfağını göstermek istiyor, zaten herkes ısrarla göstermek istiyor, anlatmak, anlatmak, anlatmak. Tepsiyi delip geçmiş kurşun, kurşun taze gelinin avucunda. Anlattıkça boğazındaki damarlar nasıl da yeşil yeşil, şiştikçe şişiyor. Benim gırtlağımda bir harf… Öfke hangi harflerle yazılıyordu, bunu çoktan öğrenmiş olmalıydım.
İyisi mi, kalkıp Kör Recep’e gideyim. Olanı, olacak olanı en iyi o anlatır çünkü.
Bütün dünya bilsin: Diyarbakır’ın Sur ilçesi dört gün abluka altında kaldı. Giriş çıkış yasaklandı. Pencereden kafasını uzatanlara keskin nişanlar alındı.
Bütün dünya bilsin:
Kilidi kırılmış kapıları, gelişigüzel sıkılmış kurşunları, cam çerçeve dağılmış pencereleri, delik deşik olmuş elektrik trafolarını, isli duvarları, yerdeki boş kovanları, taş doldurulmuş su depolarını, üst üste yığılmış kum torbalarını, kum torbalarının arkasına açılmış geniş ve büyük çukurları, pervasızca edilmiş küfürleri, ayaklar altına alınmış gururu, yerle bir edilmiş haysiyeti, kapı önlerinde dimdik duran kadınları, kadınların eteklerine üşüşen gözleri büyümüş çocukları, odalara saklanmış öbür çocukları, on yedi yerden delinen o kapıyı, çay ocağındaki tavlaya isabet etmiş hep yek gelen o kurşunu, sıkı çalışılmış hendek ve barikatları, duvarlardaki intikam dolu sözleri, devletin karanlık elini…
Bütün dünya bilsin:
“Altını ıslatmayan torunlarım kaç gündür altına ediyor, daha ne kadar sürecek bilmiyorum,” diyen o dedeyi, “Sigarasızlıktan deli olacaktım,” diyen bıyıkları tütün sarısı o genci, “55 yaşındayım, 54 yıldır sokağımı değiştirmedim, 22 pencereli evim vardı, şimdi karanlıkta kaldık,” diyen o adamı, evi delik deşik olmuş yine de “Bilseydim böyle olacak, yıkadığım o perdeleri asmazdım,” diyen o şaşkın teyzeyi, genç kızlarını işaret ederek “Kapımızı kapatamıyoruz, kapatırsak bir daha açılmıyor,” diyen o anneyi, “Bizi çok öldürdüler,” diyen o bakkalı, “Kendi evinde esir kalmak nedir?” diyen o öfkeli ve haklı sesi, “Herkes bilsin, biz artık hiç kimseyiz,” diyen o çoğul sesi… yutkuna yutkuna geçtim.
“Kader, kısmet, nasip, ecel gizlidir,” diye hep mırıldanan Deli Hayriye’ye denk geldim. Menaf Ağbi takılmadan edemez Hayriye’ye, “Bu çatışmada da ölmedin Hayriye,” dedi. Hayriye’nin şen kahkahası sokağı çınlattı: “Ma bizi öldürmek öyle kolaydır?”
“Öfke ve kahkaha iyidir, insanı hayatta tutar,” diye diye öbür sokaklara daldım. Kör Recep’i aradı gözlerim. Nasılsa onun beni göreceği yok. Kör Recep yok. Yoktu.
İmdat’ın kapısının önündeki delik deşik edilmiş ağacın gövdesine durdum. Vaktiyle sarıldığımız, şimdi kurşunlara gelmiş o ağaç. Parmaklarım oyuklarında, kurşun yemiş yerler kan kırmızısı. Vejdin Ağbi parmaklarıma seslenir gibi “Ağaçlar kaç gündür kan ağladı,” dedi.
Sofi geldi sonra, “Doluyuz öfkeliyiz,” diyerek. Son beş yıldır abdestsiz gezmeyen Sofi cigaraya başlamış gene. Kafası güzel. Ağaca bi güzel sarıldı. “90’larda bizi gizli gizli vuruyorlardı, şimdi eşkere vuruyorlar,” dedi “valla kimse kayıl değil buna.”
“Sofi bi şey mi şey var,” diye sordum.
“Ne varsa kafamızdadır,” dedi.
“Sen imanlı bir adamsın, n’olacak Sofi,” dedim.
“Bu daha lê lê’dir, bunun lo lo’su var,” diyerek ayrıldı.
Kafam saat gibi, “Doluyuz öfkeliyiz,” diye diye Kör Recep’i aramaya çıktım.
Çok geçmedi, Kurşunlu Camii’nin sokağında tesadüf ettim ona. Bastonu elinde sokağa yoklama çekiyor.
“Recep,” diye seslendim. Döndü. Parmaklarını şaklatarak sağ elini uzattı. Merhabalaştık.
“Bir elin de sesi var,” dedim.
Gülümsedi yine, “Var,” dedi “bir elin de sesi var.” Nedense körler hep gülümser; konuşurken, dinlerken, şarkı söylerken… Bunun nedenini hiç sormadım ona.
“Nasılsın,” dedim.
“Nasıl olayım,” dedi “kendi kendime belirlediğim bazı işaretler vardı sokaklarda, şimdi bütün sokaklar birbirine benziyor,” dedi.
Ben de ona yoklama çekeyim istedim. “Korktun mu Recep,” dedim.
“Korkmadım,” dedi, gülümsemesi gitti, kaşlarını çattı, “ama farz et ki korktum, n’olacak, hı, n’olacak?” Bu dinçliği bana da iyi geldi. Bir dağın kandilini söndürmeye kalkan savaş uçakları göğü yırtarak geçti tepemizden. Recep’in tepesi attı. Sağ işaret parmağı havada “Bak, F-16’lar Kandil’i bombalamaya gidiyorlar,” dedi. Sonra da “Dört günün sonunda ben de sokağı teşhise çıkmıştım,” dedi.
Delik deşik duvarlara elleriyle dokunuyor, tanı ve teşhisini koyuyordu sonra: “Bu, kalaşnikof mermisi. Bu, M-16. Roketatarla parçalamışlar burayı. Bu silahı ben de bilmiyorum.” Üzüntüyle “Elektrikler de yoktu kaç gündür,” dedi. Benim muzırlığım üstümde, “Sana ne elektriklerden, senin elektriğin doğuştan yok zaten,” dedim. Bir lamba nasıl kısılırsa öyle kısıldı sesi, “Öyle deme,” dedi “karanlık zordur, herkes baş edemez.” Daha daha yürüdük Recep’le, şimdi hatırlamadığım bazı şeylere kahkahalarla güldük, unutamayacağım çok şeye küfrede ede öfkelendik.
“Peki, bundan sonra n’olacak Recep,” dedim.
Sustu. Geleceğe bakar gibi baktı. Tek kelimeyle “Karanlık,” dedi. Sonra da “Kör bir adamım ben, karanlığı iyi bilirim,” diye ekledi.