Foti BENLİSOY
O cumartesi sabahı cehenneme uyanmışız. O günden beri hayatta kalanlarımız uyuyamıyor, kâbuslar görüyor, durup dururken gözyaşlarını tutamıyor, kalabalık yerlerde etrafını tedirgin gözlerle süzüyor, anmada ya da cenazede bile öfkesini, acısını endişesiz haykıramıyor. Ancak katliam bizler için sadece bireysel düzeyde baş etmemiz gereken bir travma değil. Kolektif bir travmayla, kabaca “sol” dediğimiz tüm toplumsal muhalefet güçlerini şu ya da bu oranda etkisi altında bırakan bir “travma sonrası stres bozukluğu” haliyle karşı karşıyayız.
10 Ekim saat 10.04 sonrasında artık “sol”, daha eşit ve özgür bir gelecek için mücadeleye muktedir bir “biz” mümkün mü? Her türden çılgınlığı göze almaya hazır bu karanlıkla mücadele etmek mümkün mü, böyle bir gücümüz var mı? Birbirimize itiraf edemesek de hepimizin içini kurt misali kemiren sorular bunlar. Bu soruları başımızdan öyle kolayca, bir eylem ya da bir yazıyla savuşturmak hiçbirimizin harcı değil elbet. Bir müddet bu sorularla, o sorunların kışkırttığı endişeyle birlikte yaşayacağız belli ki.
Bernardo Bertolucci’nin abidevi filmi ‘1900’de tiksindirici bir sahne vardır. Binlerce kişilik bir komünist gösterisi karşısında yeni yeni oluşmaya başlamış faşist hareketin mensupları demoralize olmuştur. İşte tam o anda faşist lider Attila müdahale eder, “dava arkadaşlarına” komünistlere karşı acımasız olunması gerektiğini hatırlatır. Faşistler her şeyi yapabileceklerini, her türlü çılgınlığa başvurabileceklerini göstererek rakiplerinin içine korku salmalı, onları paralize edip terörle sindirmelidirler. Şok edici, sarsıcı, hareketsiz kılacak dehşette şiddet gösterilerine başvurulmalıdır. Attila eline aldığı bir kediyi gösterir, “komünizm de bu kedi gibi, insanda sempati duyguları uyandırır” der, Sonra kediyi alır, duvara bağlar ve onu kafasıyla vura vura parçalar, öldürür. Başı kan içinde kalan Attila faşistlerin başına geçer ve marşlar söyleyerek komünistlerin yürüyüşünü basmaya gider.
Saray da faşist şef Attila gibi düşünüyor olmalı. Bizleri kanla terbiye ederek afallatma, dizginsiz görünen şiddet gösterileriyle dilsiz ve eylemsiz kılıp sindirme hesabında, her defasında şiddetin dozunu daha da yukarı çekiyor. Saldırının hemen ardından ölü ve yaralılarımızın üzerine atılan gaz da işte hiçbir sınır tanınmayacağını ilan eden bir güç gösterisi. Böyle böyle bizi, sadece bizi değil bütün toplumu şokla, dehşetle dağıtıp hareket edemez kılacaklar, yıldıracaklar.
Ancak bazen biz dahi Erdoğan/AKP’ye olmadık güçler atfeden, onu olduğundan çok daha güçlü gösteren siyasal değerlendirmelerimizle oluşturulmak istenen bu korku, yılgınlık, hatta panik haline istemeden de olsa su taşıyabiliyoruz. “Faşist” sıfatını hak eden bir rejimin ya da bir diktatörlüğün kurulabilmesi için toplumsal muhalefetin kesin, ezici, geri döndürülemez bir yenilgiye uğramış olması gerekirken sanki böyle bir mağlubiyet yaşanmışçasına rejim tespitleri yapıp aslında demoralizasyon ve güçsüzlük hissini yaygınlaştırabiliyoruz. Kitlelerin “denize düşen yılana sarılır” hissiyatına sürüklenmesinin bir nedeni de bizim dahi çoğu kez “çoktan boğulduğumuz” tespitini yapıyor oluşumuz.
Lev Troçki “Ekim Dersleri” adlı klasik çalışmasında bu hususta şöyle yazar: “İşçi sınıfı daima düşmanın kendisinden çok daha büyük güçlere sahip olduğu bilinciyle mücadele eder ve olgunlaşır. Bu durum zaten gündelik hayatın her kademesinde kendini belli eder: Düşman devlet iktidarına ve zenginliğe, ideolojik baskı ve diğer zor mekanizmalarına sahiptir. Düşmanın bizden çok daha büyük güçlere sahip olduğu düşüncesine alışırız. Bu alışkanlık da devrimci partinin hazırlık dönemindeki hayat ve faaliyetinin temel bir öğesini oluşturur. Şu ya da bu dikkatsiz ya da olgunlaşmamış hareketin sonuçları, düşmanın gücünü zaten acı bir biçimde hatırlatır. Ancak öyle bir an gelir ki düşmanı kendimizden daha güçlü sayma alışkanlığımız zafer yolunda en büyük engel halini alır. Burjuvazinin bugünkü zayıflığı, dünkü gücünün gölgesiyle giyinmiş olarak çıkar karşımıza.”
Benzer biçimde, mevcut siyasal iktidara olmadık güçler atfediyor oluşumuzun, ileriye doğru hamle etmemize mani olduğunu söylemek mümkün. AKP bugünkü zaaflarını dünkü gücünün gölgesiyle gizliyor. Bizse bu yanılsamaya teslim oluyoruz. Oysa (sürekli zihnimizde tutmalıyız) AKP iktidarı güç kazanmak bir yana kaybediyor. Troçki’nin bahsettiği “o an” (onun kastettiği “devrimci kriz” anlamında olmasa da) gelmiştir. Gezi bir şeyin miladıysa o da AKP’nin genişleyen (yani farklı toplumsal kesim ve siyasal akımlardan rıza devşirebilen) bir hegemonyadan daralan (yani kendi çekirdek toplumsal tabanının ötesini seferber edebilmekte ciddi güçlük yaşayan) bir hegemonyaya geçmesinin miladıdır. AKP 12 Eylül referandumunda mesela bugünkünden çok daha güçlüydü. Şimdiyse moral itibarını önemli ölçüde yitirmiş, kendi tabanı nezdinde dahi bir “çıkar grubu” gibi görünmeye başlamış bir iktidarla karşı karşıyayız. Bir “tvit” için ev, bir pankart için parti basar hale gelmek güç değil güçsüzlük, özgüven değil telaş belirtisi…
AKP’nin hegemonik kapasitesinin daralması, onun hâlâ (özellikle de alt sınıflar nezdinde) “popüler” bir parti olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ancak “daralan hegemonya” ve AKP eksenli ittifaklar zemininde gerçekleşen çatırdamalar, bu toplumsal tabanın devamlı olarak ajite edilerek pekiştirilmesi ihtiyacını dayatıyor. Eldeki tabanın özellikle Erdoğan ve onun “Yeni Türkiye” miti etrafında korunması ve konsolidasyonu, “daralan” bir hegemonya çerçevesinde ancak sürekli saflaştırma ve diğer yandan da daha fazla “sopa” ile mümkün.Dolayısıyla AKP’nin muhafazakârlaştırıcı-neoliberal otoriterizmi, yaratabileceği sonuçlar itibariyle bugün belki dünden de daha tehlikeli. Ancak bu, onun gücünden değil, göreli gerileyişinden kaynaklanıyor. İkisini karıştırmayalım.
Korksak da (korktuğumuzu söylemekten korkmayalım) yılgınlığa da iktidara olmadık güçler atfetmeye de mahal yok. AKP/Erdoğan kaybediyor, kaybedecek. Önemli olan bu yenilginin mevcut siyasal mimaride ancak kozmetik değişiklikler anlamına gelecek bir “saray darbesi” ile mi yoksa güçler dengesinde emekçi ve ezilenler lehine radikal bir kayma ile mi sonuçlanacağı. Bu sonucu en çok bizim ne yapacağımız belirleyecek.
Unutmayalım: Bir siyasal iktidarın halkın sokaktaki mücadelesiyle geriletilmesi başka, bir “saray darbesi” sonucunda, elitler arası çekişme ve entrikalar aracılığıyla irtifa kaybetmesi başka siyasal sonuçlar yaratır. İlk durumda toplumsal muhalefetin eylem ve müdahale kapasitesinde bir genişleme söz konusu olur, mücadeleye atılan ve kendi eylemiyle bir hükümeti sarsan “aşağıdakiler” özgüven kazanır, kendi kaderine sahip çıkma güç ve kararlılığını pekiştirir. İkinci durumdaysa “aşağıdakilere” pek bir şey düşmez. Muhtemelen bir istibdat biçiminin yerini, konjonktüre uygun bir kozmetik müdahaleden geçmiş “yeni” bir istibdat biçimi alıverir. Toplumsal muhalefet güçlerinin Erdoğan/AKP’yi sarsan mevcut yönetememe krizi karşısında seyirci kalmaması gereğinin nedeni işte bu basit ayrım.
Filmdeki Attila’nın da Erdoğan’ın da “kedilere” karşı cinai düşmanlığının aslında zayıflığın, korkunun getirdiği bir sapık güç gösterisi olduğunu unutmayalım. Onlar kendi yaşadıkları korkuya bizi de ortak etmek, o korkuyu bize yöneltmek, bizi o korkuyla terbiye etmek istiyor. Biz onlar gibi yapamayız. Korktuğumuzu önce itiraf edecek, sonra da o korkuyu yeneceğiz. Yenmek zorundayız; çünkü sandığımızdan çoğuz, sandığımızdan güçlüyüz.
Evrensel'i Takip Et