Çiçeksiz bir çiçek bahçesi: Ankara
Aydın TAN
Bir eski Acem şairi ölüm adildir diyordu, aynı haşmetle vurur şahı gedayı.
Nazım Hikmet
Ve gençler barış mitingine hazırlanıyorlar. Ölüme karşı yaşamı savunmak için. Barış cephesinde emeğin kardeşliğini inşa etmek için. Pankartı kendileri hazırlayacak. Önce barış yazıyorlar. Kesin bir zeytin dalı ve güvercin olmalı. Bu ülkede güvercinlere dokunulmayacağını duymuş olmalılar. Oysa bu ülkede güvercinlerin masum sayıldığı günler çok geride kaldı. İlk mesajı unuttuğumuzdan olsa gerek ikinci kez hatırlatıyorlar. Çünkü Allahın hakkı üçtür…
Bu çocuklar anne babalarına benzemiyorlar. Bizde yüzümüze iliştirilmiş zoraki bir çatık kaş, sert bakışlar vardı. Önce özenerek sonra yaşayarak katılaşıyordu bakışlarımız. Bu yeni kuşak neşe içinde gülerek hayatla baş etmesini öğrendi. Pankart yazarken kesin selfie yapılacak. Selfiede gerilerde biri dil çıkaracak. Beceriksizce halay çekilecek. Ama barış mitinginden de geri kalınmayacak…
BİR TÜRK ÇOCUĞUNA KÜRTÇE İSİM
Benim ülkemde çocukların kaderi doğarken çizilmiştir. Bu kader tevekkül belki de bundandır. İzzet ve Nesligül… Biri ara işlerde çalışan diğeri ÇUKOBİRLİK işçisi iki devrimci. Cezaevini de, görüş kapısını da görmüş, yoldaşlığın tadına da varmışlar… Dilan Sarıkaya, İzzet ile Nesligül’ün ilk çocuğu. Doğduğunda hayatın kendisine bağışladığı Türkiye’de Türk olmak ayrıcalığını da anne ve babası ona Kürtçe isim koyarak reddetmiş. Böylece adıyla Kürt halkının kaderine bağlanmış. Çünkü onlar halkların kardeşliğinin ancak emeğin dünyasında var olacağını biliyorlardı. Kardeşlik önce ezen ulusun ayrıcalıklarını reddetmekle oluşur. Babası ona ilk önce “Faşizme ölüm, halka hürriyet” sloganını öğretmiş. Yurtiçi kargo direnişine bebek olarak katılmış. Devrimci mücadelenin içine doğmuş yani. Böyle çocuklar için devrimcilik ev içi ilişki, yoldaşlık da kardeş, amca, dayı, teyzedir. Lise öğrencisi iken öğretmeninden gençlik eki alıp arkadaşlarına dağıtır, ama bilmem hangi öğretmenin devrimci olmamasına da şaşardı. Çünkü nasıl olur da üniversite okumuş biri hâlâ gerici olabilirdi?
Yanılmıyorsam 2007 yılı, Dikili’deki gençlik kampıydı. Dilan, kampa gitmek istiyor. Gençler ile uğraşıp didinmişler, para sorununu da çözmüşlerdi. Ama Nesligül bir anne duyarlılığıyla göndermek istemiyor. Dilan, annesini amcasına şikayet ediyor. (Dilan, bana bazen amca, bazen hocam derdi, son karşılaşmamızda diğer gençlerden farklı olmamak için olsa gerek, abi demişti.) Nesligül ile konuşuyoruz. Nesligül, “Ben kendimi hazır hissetmiyorum, korkuyorum (oysa kendi için hiç korkmamıştı.); bu yıl kalsın gelecek yıl gider” diyor. Tartışma uzayınca son sözünü söylüyor, “Ben göndermiyorum, sen gönderiyorsan gönder.” Nesligül’ü ikna edecekken Dilan’ı ikna ediyorum. Gelecek yıla dair söz vererek. Sonraki yıllar gençlik kampına da gitti, Ankara’ya da…
Ankara’da denizde kaybolmuş bir çöp gibi dolaşırken alıyoruz haberi. Biz yaşıyoruz ve çocuklarımız ölüyor. Hayatta kaldığımıza utanıyoruz. Oysa ölümden sorumlu olanlar utanmıyor. Bu ülke tesadüfen hayatta kalanların yaşadığından utandığı bir ülke…
Bir eski Acem şairi ölüm adildir diyordu, aynı haşmetle vurur şahı fakiri…
Halkımız birikmiş bin yıllık tecrübesiyle “Allah sıralı ölüm versin” der. Benim ülkemde anne ve babalar, çocuklarını gömerler, sadece katliamdan değil. Savaştan, açlıktan, hastalıktan, trafik kazasından, yurtsuzluktan. Dilan’ın resmini yanı başına Alan Bebek’in resmi düşer. Kötü beslenmeden, yoksulluktan, hastalıktan ölümler normal ölümlerdir. Resimleri bile çekilmez. Oysa halk gelecek umudunu çok sade ifade etmiştir: Ölüm sıralı olsun.
Sosyalizmin ne olduğunu soranlara, “Sosyalizm, sırası gelenin huzur içinde bu dünyayı terk ettiği ülkedir” deyin bundan sonra.
Şair Ankara için, “çiçeksiz çiçek bahçesi” demiş. Şimdi yoldaşının kucağına uzanmış bir genç kızın resmiyle anılıyor. Dilan, tam bir güvenle arkadaşının kucağına bırakıyor kendini. Bütün dehşetine karşın kuş tüyü bir yatak gibi karşılıyor yoldaşları. Yere düşmesine izin vermeyen bir sevecenlikle elden elde aktırılıyor, Ankara’dan Kabasakal gömütlüğüne kadar. İlk karşılayan bir kişi binlerin elleriyle kucaklıyor onu ve hastaneye götürülürken binlerin ellerine teslim ediyor.
Bir eski Acem şairi ölüm adildir diyordu, aynı haşmetle vurur şahı fakiri…
Yüzyılın başında verilmiş cevap uğulduyor kulaklarımızda, ölümün adil olması için hayatın adil olması gerekir. Ülkeyi yönetenler “Kimi hedef alırsa alsın, teröre karşıyız” diyorlar, bizi hedef alarak. Biz, ‘kimi’ parantezine alınanlar. Yani ülkenin, emekçileri, bir kez daha yazıyoruz bunu bir kenara, unutmamak için. Onlar sadece sahip olmayı bilirler. Onun için ülkenin sahibi edasıyla konuşuyorlar. Ama bizim ellerimiz taşa hayat verir. Onun için biz yaşamı ve barışı savunuyoruz. Dilan’ın adıyla kader birliği ettiği Kürt emekçileri de yazıyorlar. Ezilenlerin, kendilerine yapılan zulmü unuttukları görülmüştür, ama uzanan kardeş elini unuttukları görülmemiştir. Kürt halkı, Türk deyince savaş cephesini değil Dilan ve diğer kardeşlerini hatırlayacaktır. Hayatımızı katliamlarla yaşanmaz hale getirenlere, bizi ‘kim’ parantezine alanlara, bizim adımıza konuşan şairimizin sesiyle yanıt veriyoruz: Yemin kasem olsun ve ant olsun, şart olsun, yerde kalmaz ahım…*
*Enver Gökçe’nin “And Olsun Şart Olsun” şiirinin dizelerinden alınmıştır.