Adnan ÖZYALÇINER
KANAYAN KİM?
Günortasındayız. Ortalık karanlık. Gündüz mü, gece mi belli değil. Uykuda mıyım, uyanık mıyım, düşte miyim, değil miyim bilmiyorum. Yalnız karanlığın yarattığı bir boşluk. Boşluğun karanlığını patlamalarla aydınlatan top top ışıklar. Kurşunların cıvvv cıvvv eden, patlamaların gümbürdeyen kulakları sağır eden sesleri. Ardından sessizlikten daha derin bir sessizlik, karanlıktan daha koyu bir karanlık. Birdenbire boşluğun karanlığını aydınlatacakmış gibi görünen bir sızıntı. Bir kızıllık. Kan bu. Akarak boşluğu dolduracak olan kan. Ağzımda ılık, yarı tuzlu bir tat. Kanayan benim. İnsan. Bütün insanlık!
SES
Bir odaya kapanmışlardı. Duvarları kireç badanalı. Bembeyaz. Dışarsı da öyleydi. Kar, buz. Duvar dibinde, duvara yaslanarak kimi çömelir gibi oturmuş, kimi bağdaş kurmuştu. Kasketli ya da yün başlıklıydı hepsi. Bir ben baş açık oturuyordum. Evet oturuyordum. Çünkü ne bağdaş kurmayı becerebiliyordum, ne çömelik oturmayı.
Odanın ortasında bir tezek sobası yanıyordu. Üstünde koca bir çaydanlık. Hepimizin önünde çay bardakları diziliydi. Boşaldıkça dolduruyorlardı. Odanın içi sıcaktı. Çayı gene de içimiz ısınır diye içiriyorlardı. Duvar dibindekilerden hepimizden yaşlı, sakalıyla bıyığı birbirine karışmış biri ne zamandır uzun havaya benzer bir şey söylüyordu. Odadaki herkesin bildiği, yalnız benim bilmediğim bir dilde. Sesi öylesine acı, öylesine keskin sıralıyordu ki söylediklerini, bilmediğim o dağ dilindeki her sözcük kan, ateş, açlık, ölüm, bırakılmışlık olarak fışkırıyor, fışkırıyordu.
Şimdi odada yalnız onun gittikçe yükselen sesi yankılanıyordu; kireç badanalı duvarları aşıp karla kaplı dağların zirveleriyle koyaklara oradan en kuytu dağ kovuklarına, karanlıktaki köylere, beldelere, sessiz ilçelere, gün ortası karanlığını yaşayan gürültülerle kalabalığın sağırlaştırdığı bütün kentlere kadar yayılarak.
SEÇİM DÜŞÜ
Düşümde zorla şerle götürdükleri bu ikinci seçimi görüyorum. Yolların kalabalıklığı, sandıkların bulunduğu okullardaki merdivenleri heyecanla inip çıkanlar birincisindeki gibi aynı.
İlk değişiklik asansörlerde. Yaşlılarla engellilerin onca merdiveni çıkamayacaklarının kesinliği ortadayken asansörler çalışmıyor. Çalışan bir tanesinin önünde birikenlerse birbirlerini ezerek binebiliyor. Binenlerse hiçbir katta durmayan asansörle inip çıkıyor. İnip çıkıyor.
İkinci değişiklik sandıklar. Merdivenleri soluk soluğa da olsa inip çıkabilenler, birincisindeki gibi, aynı şeffaf sandıkları buluyor karşılarında. Yalnız sandıkların oy atılacak delikleri yuvarlak, bir metre ya da daha uzun boyuttaki oy pusulalarıysa rulo yapılmak zorunda. Rulo pusulalarsa delikten geçmiyor, ondan daha kalın. Ne yapılsa olmuyor. O zaman rulolar, sandık başkanının önüne, masaya bırakılıyor. Bırakılınca da rulo fırr deyip açılıyor. Sandık başkanları, her seçmene gülücüklerle önüne konan ruloyu büsbütün açarak oy pusulalarını üst üste yerleştiriyor. Kimin kime oy verdiği belli olsun diye mi acaba? Bu karabasandan ter içinde uyandığımda “bereket seçime daha var” diye avunabiliyorum; “yapamazlar, yapamayacaklar” diyerek teselli buluyorum.
Evrensel'i Takip Et