25 Ekim 2015 00:03

Şenay AYDEMİR

Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın yayın organı ‘Journo’nun Haziran-Temmuz 2015 tarihli 3. sayısında Ümit Alan imzalı bir yazı var: “Sendika gider, gazetecilik biter”. Alan, özellikle 12 Eylül sonrasında büyük ve aynı zamanda medya dışı alanlarda da faaliyetler yürüten sermayenin gazetelerdeki sendikalaşmayı nasıl bitirdiğini, bugün medyada ‘duyarlı’, ‘sağduyulu’, ‘demokrat’ olarak bilinen bazı kalemlerin o dönemler ücret artışları ve mevki karşılığında bu sürecin nasıl parçası haline geldiklerini tane tane anlatıyor. Bu yazıyı hatırlamak şu açıdan önemli: Bugün gazete ve gazeteciler üzerindeki yoğun baskı karşısında çıkardıkları gür seslerin samimiyetinden kuşku duymadığımız kimi üstatların söz konusu dönemler boyunca medyada üst düzey yöneticiler olduğunu biliyor olmak biraz can sıkıcı.
Son olarak Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI), Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ), Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF), Uluslararası Gazeteciler Federasyonu/Avrupa Gazeteciler Federasyonu (IFJ/EFJ), Article 19, Index on Censorship (Sansür Endeksi) ve Ethical Journalism Network’ün (Etik Gazetecilik Ağı) de aralarında bulunduğu uluslararası meslek örgütü temsilcilerinden oluşan heyet, sansür ortamında gazetecilerin yaşadıkları sorunları incelemek üzere hafta içinde Türkiye’de çeşitli görüşmeler yaptı. Gündemin sıcaklığı ve medyanın yalnızca sözlü değil aynı zamanda fiziksel olarak saldırı altında olduğu bir dönemde yapılan bu ziyaret anlamlı. Türkiye’de basın üzerindeki baskıların uluslararası düzeyde gündem haline gelmiş olması vaziyeti ortaya koyuyor hiç kuşku yok ki.
Ancak ne hazin ki, tek tük kimi örnekler dışında medya üzerindeki baskının tek merkezinin iktidar olmadığını dile getiren çok az tartışma yapılıyor. Haklarını yemeyelim, akademide medya üzerine çalışan bazı bilim insanları, sorunun bir ayağının da medyanın kendi içindeki yapılanması olduğunu, başka örgütlenme sorunları olmak üzere patronaj baskısının da gazeteciliğin bugünkü haline gelmesinde etkili olduğunu ısrarla belirtiyorlar. Ama bugün iktidar baskısından bunalıp “Türkiye’de basın daha önce hiç bu kadar yoğun baskı altında kalmamıştı” vaveylaları atanlar, gazetecileri bu saldırılar karşısında korumasız bırakan süreçlerden bahsetmekten ısrarla kaçınıyorlar.
Mehveş Evin, 5 Ekim 2015 tarihinde Diken’de kaleme aldığı “Olmadı Doğan Medya, yine sağlam duramadın” başlıklı yazısında Hürriyet’e yönelik saldırıları andıktan sonra başta Kürt ve sosyalist basın üzerindeki baskılar olmak üzere bu saldırılara bütünüyle karşı çıkmak gerektiğini belirtiyordu. Evin, Aydın Doğan’ın cumhurbaşkanına hitaben yazdığı ve ne kadar vatansever olduğunu belirttiği yazısını da hatırlatarak şöyle diyordu: “Aydın Doğan, yazdığı iki mektupla ne kendini Haşmetmeab’a affettirebilecek, ne de bu saldırıların sonu gelecek. Tersine, grubuna yapılan menfur saldırılardan adeta özür diler hale düşürüyor kendini. Bırak, gazeten haberciliğiyle, duruşuyla konuşsun.”  

MESLEK ETİĞİ VE MESLEK BİRLİĞİ

Evin’in meseleyi bağladığı yer hiç kuşkusuz doğru ama ortaya başka bir sorun daha çıkıyor. Gazetenin patronu, baskının bizzat tarafı ve örgütleyicisi olan iktidara hitaben neredeyse özür dileyecek bir dille mektuplar kaleme alıyorsa,  o kurumda habercilik yapmaya çalışan gazetecileri patrondan kim koruyacak?  Yapacağı haberi, görüş alacağı kişiyi, atacağı manşeti ‘patron hassasiyeti’ne göre seçmek zorunda bırakılan gazetecinin nasıl bir duruşu olabilir ki?  Bugün onlarca örnekten biliyoruz ki, ana akım medyada çalışırken bu tür gelişmeler karşısında elleri kolları bağlı olan meslektaşlarımız, işsiz kaldıklarında ya da görece daha özgür çalışabilecekleri bir alan yaratıldığında basın üzerindeki baskılar konusunda çok daha rahat kalem oynatabiliyorlar.  Mehveş Evin, “Çıkış yolu aranıyorsa, bu ancak gazeteciliğin evrensel kurallarında buluşarak mümkün olabilir” diyor ve haklı da. Gazetecilik, birikimiyle oluşturduğu evrensel kurallar işletilerek yeniden ayakları üzerinde oturtulabilir. Peki gazeteciler? Gazetecilerin, yalnızca iktidara karşı değil aynı zamanda patronlara karşı da gazeteciliği savunmasının koşulları nasıl yaratılacak? Gazeteciliği her ikisinden koruyacak şeyin güçlü bir meslek birliği olduğunu söylemeye gerek yok. Bunun için de önce meslektaşlar arasında bir fikir birliği olması gerekiyor. Bugün biliyoruz ki, ana akım medyada çalışan orta üst düzey yöneticilerin büyük kısmı Kürt ve sosyalist basında çalışanları gazeteciden saymıyor bile. Bu yüzden oralara yönelik saldırıları önemli bulmuyor. Saldırı ancak kendisine yöneldiğinde medyaya yönelmiş gibi kabul ediyor. Meslek birliğinden önce meslek etiğine ihtiyacımız var belki de. Ya da şöyle diyelim: Meslek etiği, meslek birliğiyle birlikte oluşturulabilir ancak.
Derdimi bir örnekle açıklayayım. 2001 yılının kasım ayında İngiltere Profesyonel Futbolcular Birliği, üyelerinin yüzde 99’unun oyuyla grev kararı aldı. İngiltere liglerinde futbol oynayan bütün profesyonel futbolcuların üye olduğu birliğin bu kararının gerekçesi ise televizyon gelirlerinden elde edilen yüzde 5’lik payın kaldırılması girişimiydi. Bu yüzde 5’ten elde edilen gelir, emekli olan ya da sakatlandıkları için futbolu bırakmak zorunda kalan oyuncuların daha iyi sosyal yardım hizmeti alabilmesi için kullanılıyordu. Çoğunlukla alt liglerde top koşturan ve bir biçimde futbolu bıraktıktan sonra sıkıntı yaşayan futbolcular için oluşturulmuş bir havuz bir anlamda. İşin şaşırtıcı tarafı ise anlaşmayla sonuçlanan bu sürecin sözcülüğünün dönemin en önemli futbolcuları Michael Owen, Steven Gerrard ve David Beckham gibi her yıl milyonlarca sterlin kazanan isimler tarafından yapılmasıydı. Yani, hayatları boyunca söz konusu havuzdaki paraya ihtiyaç duymayacak, yedi göbek sülalelerine yetecek kadar büyük paralar kazanma başarısını göstermiş futbolcular. Peki, onların hiç karşılaşmadıkları alt liglerde oynayan futbolcuların hakları için mücadele etmelerini sağlayan şey neydi? Meslek bilinci elbette. Önemli olanın çok para kazanmak değil, aynı işi yapmak olduğunu; dördüncü lig ya da Şampiyonlar Ligi fark etmeden sahada ter döken herkesin futbolcu olduğunu ve dayanışması gerektiğini bildikleri için böyle bir eylemin sözcülüğünü üstlendiler.
Medya üzerindeki baskıları tartışırken, medyayı tartışmayı unutmak bizi başladığımız yere getirir. İktidarlar gider, baskılar görece azalır ama meslek ilkelerinin yanına, meslek birliğini koyamadığımız sürece ‘bugün bana, yarın sana’ baskılar değişik formlarda sürüp gider.

Evrensel'i Takip Et