25 Ekim 2015 00:19

Hasan AKBAŞ

Acı, kişinin kendisine uğramadan yakıcılığını hissettirmiyor; bu bir gerçek. Artık günümüzde, “Ateş düştüğü yeri yakar” denildiğinde bile aslında çoğu kez bunu duyanları yakmadığı gibi sadece kanıksanan bir cümle olarak hayatımıza girmiş oluyor. Mesela, “Yine birilerine ateş düştü ve yaktı...” derken o acıyı hissetmediğimiz için o bir süre sonra zihnimizin gerilerine düşüyor. Yanan yandıkça yanıyor. Güncel meselelerde, egemenlere tepkiler anlık reflekslerde, kaşın, gözün, dil sürçmeleri üzerinden yapılan tepkilerin peşine takılıp giderken eriyor, sönümleşiyor, ciddiyetini ve yakıcılığını kaybettiriyor. Özellikle Gezi direnişi sonrası esprili dille yapılan eleştiriler çoğu kez kişilerde, vahim meselelerde, katliamlarda bile işin vahametini perdeleyen ve o anlık tabir yerindeyse “stres atmaya yarayan, öfkeyi kusmaya yarayan eleştiriler”in ötesine geçmiyor... Siyaset birbirine afili ‘laf koyma’ üzerinden şekilleniyor. Bu durum gazete manşetlerine, internet sitelerine ve sosyal medyaya kalıp olarak yediriliyor ve giderek lügata yerleşiyor. Öyle ki bazen acıyı hissetmek, görmek, anlamak, bir araya gelmek bunların arasında yer bulmuyor. Belki üzerine çok şey yazılabilecek bu özetin yazı içerisinde dönüp dolaşacağı yeri elbette kimseyi suçlayan, “O zaman neredeydiniz?”, “Mevzu şu olunca şöyle oluyorsunuz” gibi dar bir eleştiri sunmak değil. Başlığın buraya kadar olan kısmını da esas tamlayan konuya gelirsek; bölgede on yıllardır süren bir savaş var ve 2015’lerde özellikle 90’ları aşan bir konseptle sürdürülüyor.
Her ne kadar 90’lar benzetmesi yapılsa da 90’ları aşan bir savaş, daha doğrusu devlet terörü kendisine yeni bir kod alarak sivilleri göz göre göre katleden, hukuki hiçbir sürecin başlayamadığı tarzıyla bu kez 2015’leri yaratmış oldu. Bu konseptle birlikte yapılan uygulamaları 90’larla kıyas yapmak belki devletin infazcı, katliamcı yönünü anlatma açısından bir katkı sağlıyor. Ancak, içeriği itibariyle tamamen ayrışan bir veriye sahiptir 2015. 35 günlük bebekten, “Ben yaşlıyım beni vurmazlar nasıl olsa” diyerek sokağa ekmek almaya çıkan 74 yaşındaki yaşlı insanın ölümü bile şimdiye dek yapılanın bir ara başlığı olarak hafıza kaydına girmiş oluyor. Evlerin bombalanması, tankların, obüslerin evlere atılması, kafasını uzatanın vurulması, savaş ahlakına bile denk düşmeyen şekilde fırın ve eczanelerin kapatılması, buraların dağıtılması bölgede şimdiye dek yapılan ve en acı bilançoyu sunan savaş hallerinden bir tanesi oldu. Özellikle Şırnak Cizre, Silopi, Diyarbakır Silvan, Bismil, Lice, Sur, Muş Varto ve Mardin Nusaybin gibi birçok il ve ilçede sokağa çıkma yasakları başladı, camiler kurşunlandı, cem evleri yıkıldı, bununla yetinilmeyerek insanların kutsalları, ölmüş inanların mezarları bombalandı, tahrip edildi. Hacı Lokman Birlik, Akrep tipi zırhlı araçların arkasına bağlanarak sürüklendi. Ekin Van katledilerek, çıplak bedenine işkence yapıldı, övgüyle sergilendi. Suruç’ta, Diyarbakır’da, Ankara’da patlayan bombalarla hunharca insanlar katledildi. Vahşetin tarifine kelimeler yetmez. Abluka sonrası Cizre’de tanıklıklarımdan bir tanesidir, 12 yaşındaki Cemile’nin annesinin acısını yaşarken ısrarla kızının bir terörist olmadığını ikna etmeye çalışması, 35 günlük bebeğin annesinin ısrarla “benim bebeğim de mi teröristti” sorusu. Onlarca örnek ve isim sıralanır savaşın ortaya koyduğu bilançoda. Günümüzde erişebilirlik anlamında hepsi internet ortamında, göz göre göre nice vahşet örnekleri var ve saymakla bitmiyor. Nice hikâyeler, yaşanan acılar var, sayfalar yetmez. Okuduk, yazdık, gördük...
2015’i 90’lardan ayıran en önemli noktayı ise tam da burada; gördük! Göz göre göre insanlar katlediliyor, evler yıkılıyor, yakılıyor. “Türk’ün gücü” gösterilmeye çalışılıyor. Bir annenin çığlığı, çocuğun ağlayışı, bir insanın, “Öleceğiz. Daha çok ölmeden duyun sesimizi”, “Batıya sesleniyorum, tüm halklara sesleniyorum”, “Ben Kürt bir anneyim, Türk annelerine sesleniyorum; gelin savaşa birlikte dur diyelim” gibi değişik ölçülerde feryatlara tanık olduk. Çığlıklar, feryatlar dağ oldu bölgede, sesler kulaklarımızı sağır etti. Ama gerçekten ateş düştüğü yeri yakıyor... Tüm bu katliamlar, acı vahşet orta yerde dururken, Ankara katliamı ile acının daha büyüğünü yaşattılar. Mücadele sözleri, o güzel insanların barış talepleri dilden dile, elden ele yayılıyor. Ama bebeklerin, çocukların, sivil insanların öldürüldüğü coğrafyada süren savaşı durdurmak, barışı getirmenin zorluğunu kavramak en azından burada yaşanan acıyı, tabloyu hissetmek ve görmekten geçiyor artık. Ankara katliamı bir kez daha bizi buna zorluyor. Aydın Çubukçu Ankara katliamına ilişkin köşe yazısında, “Yitirdiklerimiz, zafer işareti yapan, gülen, barış, demokrasi, emek demeye devam eden yaralılarımızın yüzünde gülüyorlar şimdi. Şimdi onları yaşatmak, onlarda toprağa gidenleri yaşatmak görevimiz var öncelikle. Sonra, yere düşmüş bayrakları kaldıracağız. Pankartlarımızı yeniden açacağız” demişti.
İşte o bayraklar kalkıyor, kalkın ayağa yeniden yüzünüzü Cizre’ye, Diyarbakır’a, Sur’a bölgeye dönün. Günlük güneşlik değil, faili meçhuller gitmiş, beyaz toroslar tarih olmuş değil. İktidar cephesinde beyaz toroslar yokmuş gibi davranmanın utanmazlığı bir kenara hedef şaşırtılıyor.
Kürt coğrafyasında her gün ölümler, kan, gözyaşı sürüyor. Ankara katliamı neredeyse haftada ayda tekerrür ediyor. Beyaz toroslar bölgeyi hiç terk etmediler, şu an hâlâ dipdiri buradalar. Tek ayrıntı, zamanla büyüdüler, bugün adları Ford Ranger, Cobra tipi zırhlı olarak değişti. Daha da güçlüler artık, silah, bomba atıyorlar, vurduğu direği devirip, evleri yıkıyorlar. Daha gaddarlar, bebekten yaşlıya onlarca sivili gözünü kırpmadan katlediyorlar. En son 10 Ekim’de dile getirilecekti bunlar. Beyaz torosların olduğu haykırılacaktı. Yaşamını yitirenlerin yerine tekrar ettik. Devlet öldürme konusunda değişmedi ama değişmesi gereken bir şey var, daha fazla yaşamak, yaşatmak. 10 Ekim’de yitirdiklerimizin acısı soğumadan yeniden ölüm tehditleri pervasızca yapılıyor. Girişimleri hazırlıkları yapılıyor. 10 Ekim’de son nefesinde “Barış hemen şimdi” diyenlere sözümüz var. Onlar öldürmeye yaklaştıkça aşamayacakları barikatları oluşturalım. Daha da birlikte olarak, daha da kenetlenerek... İşçi sınıfının, emekçilerin, ezilenlerin kurtuluşu barış ve emek mücadelesinde birleşmek ve güçlenmekten geçiyor. Batıdaki işçinin buradaki savaşın durması için rol oynaması elzemdir artık. Demokrat, sosyalist, farklı inanç ve kültürlerin yan yana gelerek buraya el uzatması yeni ölümlere dur demenin bir adımıdır. Bunun mücadelesi eskisinden daha ileriye gitmek zorunda. Çare yok. Durmak yok. Aydın hocanın şoktan uyandıran cümleleriyle yazının en başına dönelim, yeni bir mücadeleyi genişleten, dört bir yandan ayağa kalkarak “barışa yolculuğu başlatalım”, söylemden, eleştiriden çıkıp barışı örmek için kolları sıvayalım, kanat yoralım; sözümüz var, yerine getirelim; Barışı yaşatalım...

Evrensel'i Takip Et