Umut barışta*
Göçleri atların sırtına yüklenir. Herkesin içinde koca bir hüzün düğümlenir. Sonra, son bir kez yüz sürülür doğdukları toprağın yüzüne ve kilitlenir damlı evin demir kapısı. Sonra herkes her nefes aldığında anılarını çekerler içlerine. Sonra koca bir hasretlik tüter. Her yer yangın alanıdır. Duman sarmıştır bir sis gibi her tarafı…
Bu göç bu kaçış bu sürgünlük nereyedir? Kaçmak kurtuluşu olur mu ayakların kendi yerinden bir kaçış yoluna giren insanları? Gittikleri yer sahiplenir mi bir evlat gibi? Ya da gittikleri yerin üveylerimi olurlar hep? Ne bekler tanınmayan yerlerde insanları? Ya da kaç derin acı daha yollarını gözler onların? Bir çizik çizilmiştir adlarına. Yoktur artık isimleri, yada tanınmaz. Böyle yerlerde ömürleri en çok rutubetli duvarlar hamamböceklerinin dans ettiği havasız hücre penceresinin karanlık olduğu dar odalar çeker. Sırtını dayarsın soğuk bir sızı gibi içine işler. Peki, ne zaman sırtını dayadığın insanlar bu kadar acımasız olmuş ki? İşte bu soğuk duvarlar üzerine çektiklerin var ya, işte bunlar acımasız… Kanla beslenirler. Nefretlerini bir madalya gibi boyunlarına asarlar. Her sabah, her an yeni bir hayatın katili olurlar. Kan sıçrar duvarlara. Ötelerden gelen sesten ölümün ayak seslerini duyarsın. Bunca işkenceye dayanamayan bedenin haykırışı olur taa yüksek demir pencereden içeri sızmak isteyen ışık. Gidenler olur. Genç ömürlerine tezgâh kurulur. Geriye ne bir haber ne de bir adres kalır. Kaybederler aralarında, sonra yok sayarlar. Toprak annesinin ciğerini saklar. Günler böyle kör, sağır ve dilsiz yarınlara yol alır. Artık geride bıraktıkları acının bedelini hala öderler ömürleriyle. Kalem tutan ellere zincir vurulur. Oyun bahçesinde oynaması gereken çocukların oyuncakları hapishanenin taş duvarlarına asılı kalır. Çocukların sevinçleri ranza demirlerinde sallanır. Ne vakitsiz acılardır ki hep kanıyor. Kimse sarmaz mı bu kanayan yarayı? Kimse iyilik yapmak istemez mi kendine? neden çocukların, insanların geleceği çizmeli beylerin dilinden düşen söze bağlıdır?
Her şey böyle kan kusarken, ey geride bıraktıklarımız! Daha bir adım yol almış değiliz. Her şeyde biraz olsun kan, gözyaşı, ölüm ve faili meçhul cinayetlerin silinmeyen izleri var.
Kadınlarımız hala her gözyaşı döktüklerinde yitirdiklerini arar. Sonra acılarına o pul pul işlediği yazmalarını örterler. Kirpikleri ise gözyaşlarının yorgancısı olup örterler. Ya da bir anne, parça parça olan çocuğunun bedenin toplarken, eteğine saklayacak yer arar…
Ciğerleri parçalanır. Dayanılmaz sancılardan doğar. Yine yeni bir ölüm, yada bir annenin gözü önünde vurulur on üç yaşındaki oğlu. Bedeninden çıkardığı gül değil kurşundur. Ne yaramazlık yapmışlardı ki bu çocuklar kurşunlardan gelebilecek ölümlerle terbiye ediliyordu? Oysaki onlar annelerinin gözbebekleri, ışığı ve geleceğiydi.
Her hayat kendi ateşinde yanıp kül oluyordu. Aydınlığa açılabilirdi tüm bu kapılar, olmadı. Ya hep yaşamın bedelini ölümlerle ödedik, ya da hafızamızdan silmedik; bu acıların delisi olduk.
Peki ya umut yok mu umut? Var işte! Umut, her demir kapının açıldığında içeri sızmaya çalışan ışık. Umut, fabrika makinalarına yoksulluğunu kaptırdığı halde evin kapısını nasırlı elleriyle çaldığı, ekmeğine ise alın terini karıştırdığı işçinin mutluluğunda… Umut, çocukların ölümlere değil de yaşamlara ebelendiği oyunlarda. Umut, sıradaki öğrencinin defterinde ya da kitabındaki yasaklanmış sözlerde. Umut, gökkuşağının mavisinde. Umut, duvarda asılı olan yedi telli sazın her bir teline bir yaşamı taktığı gençlerin o direnç türkülerinde. Umut, yanan ateşte demlenen çayda. Umut, dönüş yolları açılmak istenen köylerde. Umut işte! Umut barışta…
Hücrem Demir, yasını tutar tüm bu gözyaşları barış olmalı.
* Genç Hayat deneme yarışması üçüncüsü
Yarışmanın seçici kurulu: Adnan Özyalçıner, Aydın Çubukçu, Nuray Sancar, Tevfik Taş, Zafer Doruk
Evrensel'i Takip Et