Kimin dramı bu ve nerede gizli?
Dramsa kimin dramı? Sonay’a gelen görücülere ‘kime niyet kime kısmet’ hesabı apar topar postalanan ve daha evliliğinin ilk gecesinde bekaret testi gibi aşağılayıcı bir uygulamaya ikinci kez maruz kalan Selma’nın...
Hatice Sevil ECE
“Filmler demirden panjurlar gibidir” der Kafka. Roman ve hikayelerinde görselliği ön planda tutan yazar, sinemanın, hareket ve görüntülerdeki hızlı değişimlerle görme eylemini kısıtladığını, bakışın görüntüye değil görüntünün bakışa hakim olduğunu; dahası bu göreselliğin, roman ve öykülerdekinin aksine, bir taşkın gibi bilincin üzerine oturduğunu düşünür.
Dünya prömiyerini geçen mayısta Cannes’da yapan ve Lobel Europas Cinema Ödülü’nü kazanan; Ukrayna, Meksika, Saraybosna ve İspanya’da düzenlenen festivallerde de değişik ödüller alan, Türkiye-Almanya-Fransa ortak yapımı “Mustang” adlı filmi izledikten sonra, sanırım tam da Kafka’nın sözünü ettiği bu bilinç tutulmasını yaşadığımı hissettim. Bir süre ‘Bir şey kaçırdım ama ne’ diye sorup durdum kendime.
Senaryosunu Deniz Gamze Ergüven ve Fransız yönetmen Alice Winocour’ın birlikte kaleme aldıkları, yönetmen koltuğunda yine Ergüven’in oturduğu; rolleri Tuğba Sunguroğlu, Elit İşcan, Doğa Zeynep Doğuşlu, Güneş Şensoy, İlayda Akdoğan, Nihal Geyran Koldaş, Ayberk Pekcan, Burak Yiğit ve Aynur Kömeçoğlu gibi isimlerin yanında bizzat yöre halkının paylaştığı filmin öyküsü, bir Karadeniz kasabası olan İnebolu’da geçiyor. Ve adını, Amerika’da doğaya bırakılınca vahşileşmiş, dizginlenemez atlardan alıyor.
BİR ÇOK SORUNA DOKUNUYOR AMA...
Anne ve babalarını 10 yıl önce kaybetmiş olan 5 kız kardeş (Sonay, Selma, Ece, Nur ve Lale), babaanneleri ve amcalarıyla birlikte yaşamaktadır. Okulun son günü deniz kenarında arkadaşlarıyla bir süre eğlenmenin bedelini, “Erkeklerin ensesine sürtünmüşsünüz. Orospuluk mu yaptınız?” yargıları eşliğinde ev hapsine alınarak ödemeye zorlanırlar. Bu arada “temiz” olduklarını, amcalarının tabiriyle “bozuk” olmadıklarını belgelemek için geçirildikleri bekaret testleri de cabası. Daha sonra uzun çirkin elbiseler giyip ev kadınlığı dersleri almaya başlarlar. Ardından görücüye çıkarılıp evlendirilme vakti gelir. En büyükleri olan Sonay’dan başlanır kıyıma... Fakat Sonay inat edip sevgilisi Ekin’le evlenmekte direnince, evdeki görücülere onun yerine Selma verilir. İkisi aynı gün evlendirildikten sonra sıra Ece’ye gelir. Ne yazık ki Ece, fonda Bülent Arınç’ın “edepli kadın” söylevi eşliğinde yemek yiyen amcası tarafından sofradan kovulmasının ardından odasına gidip kendini vurur. Nur’un evlendirileceği gece, olanlara daha fazla dayanamayan Lale’nin yaptığı planla, iki kız evden kaçar. Ve İstanbul’da bulunan Lale’nin öğretmenine sığınır.
Küçük Lale’nin gözünden ele alınan öyküde, onun da dediği gibi her şey bir anda “boka sarıyor” evet. Ve bu bir andalık film boyunca sürüyor. Bu kızların geçmişlerine, okul hayatlarına, arkadaşlıklarına, çevreleriyle etkileşimlerine, dahası anlatılan döneme dair zamansal ya da tarihsel diyebileceğimiz bir veri arıyorsak eğer, yok. Bir arada güçlü ve mutlu olan karakterlerin, kaygısız ergen hallerine ve birbirlerinden koptukça, damarlarına basıldıkça sertleşen eylemlerine tanık oluyoruz sadece. Öykü bugün açısından bakıldığında bile geçerliliğini koruyan cinsiyetçi bakış açısı, toplumsal baskı, erkek egemen anlayış, kadını ötekileştirme-susturma-kimliksizleştirme v.b. birçok soruna dokunduruyor dokundurmasına ama bir bütün olarak baktığımızda tüm bu sorunlar, öyküde yerine oturmamış gibi görünüyor.
BİLE İSTEYE GİZLENMİŞ GİBİ
Türkiye’yi doğru yansıtmadığı için ülkemiz tarafından aday gösterilmeyen, kimi eleştirmenlerce göklere çıkarılırken kimilerince yeterince “milli” bulunmayan filme hakim olan bu havada kalmışlık durumu, bir sunuş ekskliği midir yoksa bakış açısı yanlışlığı mı, tartışılır. Dramın duygusallığa boğulmadan, hatta yer yer komedi eşliğinde ele alınışı güzel de, öykü boyunca her türlü baskıya bir şekilde tepki veren; ev hapsine neden olan dedikoducu komşunun karşısına geçip hesap sormaktan tutun da evden kaçıp Trabzonspor’un maçını izleme, geceleri çıkıp sevgilisiyle buluşup sevişme cesareti gösterebilen (Sonay) bu kaygısız ‘Mustang’lerin özgürlük koşuları en dramatik anlarda fazlasıyla kısa sürüyor. Hatta hiç görünmüyor. Dramsa kimin dramı? Sonay’a gelen görücülere ‘kime niyet kime kısmet’ hesabı apar topar postalanan ve daha evliliğinin ilk gecesinde bekaret testi gibi aşağılayıcı bir uygulamaya ikinci kez maruz kalan Selma’nın... İntihara giden Ece’nin... Kendi kurtuluşunu da kızların kurtuluşunu da onların evlenmelerinde gören, ‘Bu kızlar bozuk çıkarsa sorumlusu sensin’ diyen oğluna karşı, yeğenlerini taciz ettiğini göre göre sessiz kalan babaannenin... Sahi kimin dramı bu ve nerelerde gizli? Dram, gözümüzün gördüğü başka şeylerden ziyade, bile isteye gizlenmiş bir aile sırrında saklı gibi.
Yönetmen sanki şöyle sesleniyor: Benim bir hikayem var. Gerçek ve bir o kadar da acı. Ben bugün açısından çok da değişmediğine inandığım ve bu nedenle zamansallıktan uzak tuttuğum bu gerçekliğe uzaktan bakarak, ona vermek istediğim şekli ve sonu vereceğim. Size de bu öyküye karakterlerin gözünden, yani içeriden bakıp parçaları birleştirmek düşüyor.