25 KASIM: Geçmiş bugüne taşınırken
25 Kasım, kadınların şiddete karşı mücadelesini ileriye taşımanın, şiddete karşı birlikte daha dik, örgütlü olarak karşı koymanın, bir araya gelmenin günü.
Devrim AVCI
25 Kasım, kadınların şiddete karşı mücadelesini ileriye taşımanın, şiddete karşı birlikte daha dik, örgütlü olarak karşı koymanın, bir araya gelmenin günü. Ve maalesef aynı zamanda, bir kadın katliamının tarihi. Kadınlar açısından her mücadelenin, her önemli tarihin altında yine kadına karşı şiddetin, kadın katliamlarının yaşandığının unutulmamasını gerektiren bir gün.
Unutulması da mümkün değil zaten, çünkü devletin söylemi ve eylemiyle geçmiş bir tarihi bugünün kadınlarına yeniden yaşattığı bir gün.
DEVLET DİLİYLE, DEVLET ELİYLE ŞİDDET
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kadın ve Adalet Zirvesi’nde sarf ettiği “kadın ve erkek eşit değildir” cümlesi ile zirveye oturan “zaten fıtrata da aykırı” ifadeleri ile eşitsizliğin onanması, kadınlar açısından ayrımcı uygulamaları ve şiddeti, gerek gündelik hayatta gerekse de yasalar düzeyinde çok gecikmeden gösterdi. Toplum içinde kadına verilen görevin altı çizildi: Kutsal annelik. “Kürtaj cinayettir” denildi ve ardından fiili olarak kürtaj yasaklandı. Kadın yeter ki doğursundu, devlet bir şekilde bakardı. İki çocuklu olmak dahi ‘yazıklar olsun’ azarını duymaya engel olmuyordu. En az üç çocuk gerekirdi.
Bu kutsal annelik söylemi, çalışma hayatında da kendisini gösterdi. “Evdeki işler yetmiyor mu” denilerek zaten çalışma hayatında olması talep edilmeyen kadınları, “Kadın ve erkekler aynı işleri yapamazlar, fıtratları uygun değil” denilerek çalışma hayatından fiilen koparan, çalışmalarını zorlaştıran düzenlemeler yapıldı. Kadınlar, doğum borçlanması, annelik yardımı gibi kanun değişiklikleri ile çalışma hayatından da koparılmaya, ama en iyisi evlerde sendikasız, sigortasız parça başı işler yapmaya yönlendirildi. Kadına yönelik ekonomik şiddet devlet eliyle uygulanırken, krizin sorumlusu olarak kadınların çalışması gösterildi.
Her ne kadar kadınlara ‘8 Mart hediyesi’ olarak “Kadına ve Aile Bireylerine Karşı Şiddetin Önlenmesi Kanunu” çıksa da sığınacak bir yer olmadığı için bu şiddet cenderesinde sıkışmış olarak yaşamaya mahkum edildi kadınlar. “Çocuk neden ağlıyor, neden soba tüttü” gibi bahane bile olmayacak durumlar kadına şiddetin gerekçesi hala.
Devletin önleyici tedbirler almak yerine ‘çığlık atın’ gibi tavsiyelerde bulunması veya ‘elleri kırılsın’ diye beddualar etmesi hiç bir anlam taşımıyor kadınlar için. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kadına yönelik şiddet nedeniyle hakkında mahkumiyet kararı verdiği ilk ülke oluyorsunuz ancak. Devletin şiddetin önlenmesinde etkili bir mekanizma kurmaya niyetinin olmadığı da “Kadına şiddet abartılıyor”, “Kadına yönelik şiddet algıda seçicilik”, “Kadın evinin süsüdür” gibi ifadelerle gözler önüne seriliyor.
Devletin şiddetinin söylem ve eylem düzeyinde nasıl birleştiğini ise sadece bu yılın on ayında 346 kadının öldürüldüğü gerçeğine bakarak görebiliyoruz. “Erkekliğime laf etti”, “Bana edalı baktı” ya da “Gece geç saate tek başına dolaşmasaydı” diyene haksız tahrik (erkeklik) indirimi veren, çocukları bayıltıp tecavüz edip hamile bırakanlara “saygın tutum” indirimleri yapan yargı, devletin kadına karşı ayrımcı ve şiddet söyleminin hemen karşılığını bulduğu yer oluyor.
İLK VE EN VAHŞİ SALDIRI MÜCADELE EDEN KADINLARA
Devletin kadına karşı şiddet söylemi en hızlı ve en vahşi biçimde, mücadelenin içinde olan veya demokratik tepkilerini sokağa yansıtan kadınlara yöneliyor. “Kadın da olsa, çocuk da olsa gereği yapılacak” bağırışının hemen ardından sokaklarda kadınlar öldürülüyor. Kendisini protesto eden eylemci bir kadın bizzat dönemin başbakanı tarafından “Kız mıdır kadın mıdır bilemem” cümlesiyle nefret öznesi haline getiriliyor. Bu cümlenin ardından, sokağa çıkan kadınları bir düşman gibi algılayan polislerin bir üniversite öğrencisini tekmeleyerek dövdüğünü, yerde sürüklediğini görüyoruz. Devlet düşman gördüğü kadınları insan haklarının en basit teamüllerini hiçe sayarak işkence ederek öldürüyor. Geçtiğimiz aylarda bir Kürt kadın gerillanın bedeninde sergilediği gibi, öldürdüğü yetmiyor, ölü bedeni çırılçıplak sergileniyor.
Böylece devlet, şiddetin en aşağılık biçimlerini “düşman” ilan ettiği kadının bedeninde uygulayarak tüm kadınlara “ayağınızı denk alın” diyor. Cizre’de, Silvan’da, Silopi’de asker postallarıyla ezmeye çalıştığı kadın direncinin üstüne, Ankara’nın ortasında yaşanan katliamın ardından ortaya koyduğu söylemlerle kadınları korku imparatorluğunda yaşamaya mahkum ediyor. Kadın erkek eşit değildir söyleminde kendini gösteren devlet şiddeti, kadınları ayrımcılıkla, dayakla, ölümle, tehditle, eve kapatıyor.
“Devletin yapabildiğini ben de yapabilirim” diye algılayanlara da cezasızlık ya da tahrik, saygınlık, iyi hal gibi gerekçelerle ceza indirimi uygulanarak “eylem birliği” sağlanmış oluyor.
Her şeye rağmen son sözümüz Mirabel kardeşlerden Patria Mirabel’in sözüdür: “Çocuklarımızın ve gençlerimizin bu yolsuzluk ve zorbalık içinde büyümesine izin veremeyiz.”
ÜÇ KELEBEK DÜNYA KADINLARININ KANATLARI OLDU
25 Kasım “Kelebekler” olarak anılan üç kızkardeşin, Mirabel kardeşlerin ölüm yıldönümü.
Mirabel kardeşler, Dominik’te 1930’dan 1961’e kadar Dominik Cumhuriyetini yöneten Rafael Leonidas Trujillo Molina döneminde yaşamış ve bugün sözlüklerde “diktatör” olarak yer alan Trujillo yönetimine karşı insan hakları ve demokrasi için mücadelede simgeleşen kadınlar. Trujillo, 1930’da bir askeri darbe ile iktidarı ele geçirmiş ve 31 yıl boyunca Dominik’in mutlak egemeni olmuştur. Devlet yönetiminde taşıdığı sıfat ise daha sonraki yıllarda cumhurbaşkanı.
Trujillo, ABD desteği ile yıllarca iktidarda kalmayı başarmış ve halkına
ölüm, baskı, acı dayatmış bir diktatör. Kendisine karşı çıkanlar ya tutuklanmış ya da faili meçhul bir cinayete kurban gitmiş. Diktatörlüğü boyunca, 50 bin kişinin ölümünden sorumlu tutulmuş kendisi. Özellikle Haitililere dönük ‘maydanoz katliamı’ ile anılmakta. Katliamın isim kaynağı ise, askerlerin girdikleri evlerde bir demet maydanozu gösterip, ‘Bu ne’ diye sormaları ve İspanyolca maydanoz anlamına gelen perejil kelimesini doğru telaffuz edemeyen ailelerin Haiti kökenli olduğunu varsayarak öldürmeleri...
İşte bu yönetime karşı mücadele eden Mirabel kardeşler, Trujillo tarafından terörist ilan edilmiş, ülkenin bütünlüğüne zarar verdikleri gibi beyanlarla hedef haline getirilmiş. Trujillo’nun, yaptığı bir konuşmada, “Ülkenin en büyük iki sorunu kilise ve Mirabel kardeşlerdir” diyerek onları hedef göstermesinin üzerinden bir ay geçmeden, 25 Kasım tarihinde, hapishanede olan eşlerini ziyaretten dönen üç kızkardeş, araçlarından indirilmiş ve sopalarla dövülerek öldürülmüş ve uçurumdan aşağı atıldı. Bu cinayet, “trafik kazası” olarak örtbas edilmeye çalışıldı.
Mirabel kız kardeşlerden birinin kod adının “Kelebek” olmasından da esinlenerek; o günden sonra üç kız kardeş, gerek Dominik'te gerek dünyada “Kelebekler” adıyla anıldılar. Önce 1981 yılında Dominik’te toplanan Latin Amerika Kadın Kurultayı 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kabul etti. 1985 yılında, Birleşmiş Milletler tarafından “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetin Yok Edilmesi İçin Uluslararası Mücadele Günü” ilan edildi. 1981’den bu yana her 25 Kasım’da dünyanın dört bir köşesinden kadınlar, efsaneleşen bu üç kelebeği anıyor. Cinsiyet eşitsizliğine, ayrımcılığa, ataerkil şiddete, aile içi şiddete, savaşa, ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı kadın dayanışmasını örüyor, seslerini yükseltiyorlar.