08 Kasım 2015 04:14

Seçimlerin sonucu olarak; Doğru gözlüklere ikna etmek

Paylaş

Foti BENLİSOY

Demek ki “kral çıplak” demek, yolsuzlukları ifşa etmek, iş cinayetlerinin faillerini teşhir etmek, savaşı kimin çıkardığını, dış politikada hangi tehlikeli maceralara girildiğini, üstelik belgesi ve bulgusuyla göstermek, “katil, hırsız” demek tek başına yetmiyormuş. Yetseydi inanın, “işimiz” şimdiye çoktan nihayete ermiş olurdu. Öyle ya Kapital’in ilk cildi ta 1867’de yayımlanmıştı; yani kapitalizmin mistifikasyonlarının ipliğinin pazara çıkarılmasından bu yana yüz elli yıla yakın zaman geçti. Ancak herhalde hiçbirimiz, sabit sermayenin değişken sermayeye oranının değişmesiyle kâr oranlarının düşme eğilimine girdiği, hem de “bilimsel olarak” ortaya konduğu için kapitalist nizamın tüm meşruiyetinin kendiliğinden yerle yeksan olmasını beklemiyor. Yani toplumlar, yanlış fikirleri atıp onların yerine “doğru” fikirleri koymakla değişmiyor. Şeylerin belirli bir düzeninin ürünü olan belirli görme biçimleri (isterseniz “yanılsamalar” deyin), ancak o şeylerin düzeninde gerçekleştirilecek dönüşümle değişebiliyor.
Seçim sath-ı mailinden uzaklaşıp geniş bir parantez açalım. John Carpenter’ın “They Live” adlı filminde “kahramanımız” John Nada, bir kutu güneş gözlüğü bulur ve bunlardan bir tanesini gözlerine takınca dünyayı bambaşka gözlerle görmeye başlar. Gözlüklerin özelliği, reklam panolarında, gazetelerde, dergilerde, televizyonda yazılıp çizilenleri ve konuşulanları deşifre etmesi, bunlarda itaate, tüketmeye, para kazanmaya, sorgulamamaya dair mesajlar iletildiğini görmeyi mümkün kılmasıdır. Fazla uzatmayalım. Gözlükler Nada’nın, muktedirlerin aslında insan görünümlü uzaylılar olduğunu anlamasını sağlar. Bunun üzerine Nada “direniş” saflarına katılır ve “olaylar gelişir”.

Filmin bir de pek garip bir sahnesi vardır. Nada gözlüklerin “ideolojik yanılsamaları bertaraf edici” özelliğini keşfeder keşfetmez arkadaşı Frank’tan onları bir denemesini ister. Garabet burada başlar: Frank bir türlü gözlükleri takmak istemez. Öyle ki Nada ile Frank belki de on dakika sürecek sert bir sokak kavgasına girişir. Alt tarafı bir gözlüğü deneyip denememek uğruna girilen ve tarafların kelimenin gerçek anlamında birbirinin kafasını gözünü yardığı bu kapışma insana çok ama gerçekten çok anlamsız gelir. 

Belki de benim düşüncesizliğim, bu sahnenin sırrına çok zaman sonra Zizek’in “The Perverts Guide to Ideology” adlı filmini izleyince nail oldum. Zizek’e göre Nada ile Frank arasındaki bu kavga sahnesi, aslında ideoloji eleştirisinin temel bir boyutunu hatırlatır. Frank mevcut ve hâkim görme biçiminin sağladığı konfordan öyle hemen ayrılmak istemez. Zira insanların toplumsal ilişki ve süreçlere dair yargıları daha genel bir çıkar ve iktidar ilişkileri ağının parçasıdır. Bu ağda bir sarsıntı olmazsa, bir şeyler mevcut görme biçimini değiştirmeye zorlamazsa insanlar “gerçekleri olduğu gibi gösterecek” gözlükleri öyle kendiliğinden takmak istemez. Filmde bu sarsıntı Nada’nın yumrukları vasıtasıyla mümkün olur. 

Gerçekleri görmesi, iktidarın onca yalan ve tezviratının ardındaki çıkar ve tahakküm ilişkilerini fark edebilmesi için ahaliyi sopalayacak değiliz elbette. Yapmamız gereken, AKP’yi muktedir kılan o mistifikasyonların hangi toplumsal ve siyasal koşulların ürünü olduğunu hatırlamak. Yani seçim sonuçlarını, AKP’nin onca yalan dolan ve cinayete rağmen ciddi bir toplumsal desteğe sahip olmaya devam edişinin hangi siyasal ve sosyal hâkimiyet ilişkilerinin neticesi olduğu zaviyesinden ele almak gerekiyor. Zira seçim sonuçları, bize hiç değilse sol açısından daha genel bir buhranı hatırlatan bir musibetten başka şey değil. Şöyle özetlemeye çalışalım: Emekçilerin sosyal, iktisadi ve siyasal gücünün kırılması süreci olarak neoliberal kapitalizm, Türkiye’de çoktan tayin edici zaferler kazanmıştır. İşçi sınıfının bir sınıf olarak davranma ve eyleyebilme kapasitesi büyük ölçüde akamete uğramıştır. Sendikaları işlevsizleştirerek emekçilerin ekonomik örgütlülüğünün dağıtılması, kentsel dönüşüm projeleriyle alt sınıfların kentin kamusal alanından uzaklaştırılması ve görünmez kılınması, taşeronlaştırmayla çalışma mekânının bütünlüğünün dağıtılması, güvencesizleştirmeyle emekçilerin toplumla ve kendi sınıf kardeşleriyle bağının bulanıklaşması, muhafazakârlaştırma politikalarıyla kadınların bedenleri üzerindeki denetim güçlerini yitirmesi, neticede sınıfsal güç dengelerini sermaye lehine radikal bir biçimde bozmuştur. AKP’nin “mahareti”, bu bozulmayı emekçileri siyaseten pasifize edip onların rızasını devşirerek mümkün kılmasıdır.

İşte 1 Kasım seçimlerinde ortaya çıkan feci manzara, ahalinin “celladına aşık olması” gibi şairane tespitlerin, yahut son günlerde çokça işittiğimiz “bir toplum olamama” halinin değil, alt sınıfların kolektif eyleme ve örgütlenme kapasitelerinde son otuz küsur yılda yaşanan büyük düşüşün, kendi özgüçlerine olan güvenlerindeki erozyonun bir tezahürüdür. Şefçi karakteri giderek daha baskın hale gelen neoliberal otoriter rejimin müsebbibi olduğu ve onun tarafından berdevam kılınan bir güçsüzleşme hali bu. Yani toplumsal muhalefet açısından dönemimizi karakterize eden temel özellik, işçi sınıfının örgütsel, kültürel ve ideolojik alanda güçsüzleşerek, toplumsal bir aktör olma kapasitesini yitirmiş olması. Dolayısıyla bu kolektif eyleme kapasitesi ve ona olan inanç tazelenmedikçe, yani “pratikte” alttakilerin kolektif enerjisini kışkırtıp kitlelere yeniden özgüven kazandıracak deneyim ve örgütlenmeler yaygınlaşmadığı müddetçe 1 Kasım gecesi yaşadığımıza benzer geceler yaşamamız mukadderdir. 

Yanlış anlaşılmasın, kastettiğim seçim yenilgisinin ardından “işçi sınıfına kaçma” ya da bir tür “hareketçilik/alancılık” zamanı olduğu değil. Hemen her siyasal grubun bir tür “butik alan çalışması” olarak devam ettirdiği toplumsal faaliyetlere ricat etmesini falan önermiyorum. Kastım, AKP eliyle sermaye lehine bozulmuş sınıfsal ve sosyal güç dengelerinde alttakiler lehine bir kaymayı mümkün kılacak bir karşı-toplumsal tahkimata girişmek. Bu da bir süredir yapageldiğimiz sosyal-sınıfsal içeriği hayli cılız ve biz istesek de istemesek de liberal demokratik parametrelere sıkışmış “saray karşıtlığının ötesinde bir şey. AKP’ye karşı, onu iktidarda tutan toplumsal bloğu çatırdatmak, onun iç çelişkilerini açığa çıkartıp mevcut güç dengelerini toplumsal-sınıfsal zeminler üzerinden bozmak üzerinden muhalefet etmek. Yani AKP’nin “mütedeyyin-muhafazakâr mahalleyi” pekiştirip “batıcı-laik mahalleyi” izole ederek çevrelemeye dönük hamlelerine yanıt verecek şekilde her iki “mahalleyi” de bölecek bir mücadeleye soyunmak. 
Yani mevcut buhrandan çıkışı, ezilenleri kendi kaderleri üzerinde belirleyici kılacak, kolektif bir “muktedirleşme” sürecinin önünü açabilecek, “alttakilerin” kendi kendini örgütleme ve eyleme kapasitelerini artıracak bir yönelimde ısrar etmekte aramalıyız. Alt sınıfların Nada’nın gözlüklerini takarak dünyaya bakabilmesinin koşulu bu. 

Engels’in ifadesiyle ezilenlerin “insani varlıklar olarak kendi konumlarını tamir etmeye dönük girişimlerinin” önünü açacak yol ve yordamlar, mecralar inşa etmek asli vazifemiz olmalı. Gezi ayaklanmasında gündeme gelen “muktedirleşme” kapsamı ve yaygınlığı açısından sınırlı ama üzerine titrenmesi gereken bir başlangıçtı. O başlangıcın peşinde sadakatle yürümekte ısrarcı olmak gerek. Yoksa belki bir asırdır korkan ve daima travmatize olmuş bir halkın son seçimde olduğu gibi terörle sindirilip korkuyla terbiye edilmesine daha çok şahit olacağız. Emin Alper’in “Abluka” filminde muhbir Kadir ve belediyede hayvan itlaf eden Ahmet’in şahsında aktardığı bu “yerli ve milli” endişe halinin yarattığı cinnet, hep bizimle olacak. Ona uygun seçim sonuçları da cabası…

ÖNCEKİ HABER

Ekim Devrimi’nin değerleri yaşamaya devam ediyor

SONRAKİ HABER

Adnan Özyalçıner: Değinmeler

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa