Katil olmakla eğlence sektörünün starı olmak aynı şey

Ezgi GÖRGÜ
Sürekli ölümü konuştuğumuz bir zaman dilimindeyiz artık, üzüntü kimimizin ağzını açtırmazken kimimiz olanların bütün yüküyle hayata sarılmakla meşgulüz, tutunuyoruz. İşte Moda Sahnesi, Fildişi Sahili’nden yazar Koffi Kwahule’nin, geçen sezondan beri sahnelediği Bira Fabrikası oyunu ile buna içeriden bir bakış sunuyor, katillerin nasıl ‘katil’ olduklarına, arzularına, ‘fabrikaya’ sahip olmak için çırpınmalarına odaklanıyor, uyguladıkları şiddet de dahil saplantılarını izliyoruz.
E bunun için de Yönetmen Kemal Aydoğan ve oyuncular Onur Ünsal (Onbaşı Asalak), Necip Memili (Yüzbaşı Ölümü Sallamaz) ve Gürsu Gür’ün (işçi Scwanchen) yanında alıyoruz soluğu. Hepsiyle birden sohbet etmek oyundaki gibi epey kafa açıcı, bittiğinde Kadıköy’de bir ara sokakta bulunan sahneden bir Türkiye-dünya panoramasını çıkarmış olmak kaldı bana.
Patron Beyazbüyü ise ‘toplu görüşmemize’ gelememişti, sağlık olsun.
Bu oyunları hangi kriterlere göre seçiyorsunuz?
Kemal Aydoğan: Derdi olan oyunlar yazılıyor ama bizim aradığımız oyun, oynamaya imkan tanısın, iyi roller barındırsın, biraz daha iyi tiyatro özelliklerine de sahip olsun, oyun duygusu taşısın istiyoruz. Türkiye’de yok demeyeyim, mesela Berkun Oya iyi metin yazıyor, ama kendi oynuyor zaten, Ferhan Şensoy da öyle. İyi metin yazanlar zaten kendi mekanlarında oynadıkları için biz de böyle bir yol izledik.
Bira Fabrikası çok enteresan bir oyun. Metni yönetirken ayrıntılarında dolaşmak, gizemini çözmeye çalışmak çok eğlenceliydi. Oyuncuya da, rejiye de çok büyük alan tanıyor, seyirciyle kurduğu ilişki de öyle.
Rejide yarattığınız farklılık nedir? Oyuncu yönetiminde metnin yarattığı konfor neydi?
Kemal Aydoğan: Elini kolunu bağlayan bir yazar yok. Caz müziğine göre oyunu örgütlersen oluyor, soytarı veya palyaço kullanırsan oluyor. Fantezileriniz ne kadar genişse yazar da onlarla epey çalışıyor gibi, aynı zamanda da politik. Oyuna girerken dövülmüş ama gülen bir işçiyi görmekten mutlu oluyorum. Çünkü zaten ağzı burnu kırılan adam ağlar. O zaman niye güldürüyor o işçiyi? Ne o, neye isyan ediyor, niye direniyor? Onlara o bilgiyi niye vermiyor? Sonra verdiği durum ne? Neden batıyı temsil eden bir kadın var ve neden hamile? Bu biraz bulmaca çözmek gibi, keyifli. Biz de bu metni ne kadar netleştirebiliriz, seyirciye ne kadar aktarabiliriz, bulmaca gibi oldu.
İşçi Scwanchen’in sahnede inanılmaz bir hareketliliği var, epey de direniyor ama bir yandan da hep tek yönlü, kendisine dair bir talebi yok, hatta patronunun yanında. İşçinin bu haline dair tespitiniz nedir?
Kemal Aydoğan: Sahnenin başında gördüğümüz şey çok bilinçli bir direniş değil. Yani sade kendi tarafından olmayan adamlara gösterilen bir direniş, bu örgütlenmiş işçiden beklediğimiz bir direniş değil, kendi tarafından olmayan adamlara vermediği bilginin direnişi. Sonra yaptığı şeyler, bugünkü işçi sınıfına oturan şeyler; işçinin edilgenliği, karakteri... Sahnedeki hiçbir karakter, birey olarak herhangi birini oynamıyor, o yüzden buradaki işçi de 3. dünya ülkelerindeki işçi sınıfını yansıtan bir işçi.
Bugünün işçileri gibi, sınıfsal bilince tam olarak sahip değil ama yine de bir hareketin temsilcisi aynı zamanda. Çocuğuna yani ürettiklerine sahip olmak neden bu kadar uzak bir işçi için?
Kemal Aydoğan: İşçinin edilgen yapısı sebebiyle kendine tecavüz edilmiş, farkında bile değil, kendi tohumundan bir çocuğa sahip olacak ama diyor ki o benim çocuğum değil. Çünkü inandırılmış. Gerçekte de işçi kendi üretiyor ama hiçbir şekilde sahiplik hakkı yok. Öyle bir temsiliyet var yani işçiler için.
Onur Ünsal: Yerli bir yazar olsa büyük ihtimalle daha iyiyi söyleyen, ideali düşünen ama yaşayamayan, dolayısıyla perişan olan, daha ajite bir karakter görebilirdik. Ama dışardan bir göz olarak Koffi Kwahule’de de hoşumuza giden yan da buydu. Gerçekten dünya derdi anlatmasına rağmen içinde hiçbir ajitasyon olmayan bir oyun, en pis şeyi söyleyip rolü hiçbir şekilde, tabiri caizse arabesk bir dile bulandırmıyor. Kolay değil bunu yapmak.
Renkli gördüğümüz dünyanın kötülüğünü üzerimize boca eden düzenin ta kendisi. Renkli afişlerini yırtmak, neyin ne olduğunu göstermek neyi açığa çıkaracak?
Necip Memili: Kötü olduğunu bildiğimiz halde bugün Ankara’da, dünyanın en büyük enerjisini sömüren bir saraya bakıyorsunuz. Lice’de, Diyarbakır’da hâlâ insanlar bugün sokağa çıkma yasağı yaşıyorlar, oyunun anlattığı şey de birebir bu. Bir diskoteğe gidebilmek için kaç kişiyi öldürebilirsiniz? Ama bu iki adam öldürebiliyor. Sizler çocuklarınıza ölümsüz anlar bırakmak istersiniz, bizim oyun karakterleri olarak amacımız o anları silmek, gece siz uyurken ya da yürürken öldürmek. İki tane herifin tek amacı buymuş gibi duruyor. Ama baktığınızda işin neoliberal bir tarafı var, bir tarafı kapitalist, bir tarafı sistem, bir nevi acı çikolata yani. Bir savaşın dönüşmesi var. Savaşların ‘Biz sizin uçağınızı düşürdük ama biz dostuz’ durumuna gelmesi var. Neyin ne olduğunun bilinememesi durumunda insanların yaşadığı kaos da var oyunun içinde.
Onur Ünsal: Bununla da star olunuyor, bu da eğlencenin bir parçası. Bu oyunun cümlesini sormuştu Kemal abi, işte savaş eğlencesi.
Necip Memili: Savaş bir eğlence vakti artık. En küçüğünden başladığımız zamanı hatırlayalım, bıçağı batırdım, ilk refleksim daha önce böyle bir şeyi yapmayan biri olarak kusmaktı. Ama bu starlık yolunda ilerlerken, bir süre sonra mecburiyet ve birini öldürmekle, birini kesmekle, kanını akıtmakla şiddeti keyifli hale getirmek durumu bu.
Gürsu Gür: Öldürme Eylemi diye bir belgesel var, Endonezya’da komünist avı sırasında, işkence edenlerle birebir görüşülüyor filmde. Orada o insanların öldürürken ne kadar eğlendiklerini anlatış şekilleri bile kan donduruyordu.
‘VAHŞETİN ŞEKER GİBİ YEDİRİLDİĞİ BİR DURUM VAR ORTADA’
Bunun da bir sebebi cezasızlık aynı zamanda ama ne diye algılanıyor bu durum?
Gürsu Gür: Ceza yok zaten, ödülü bile var. Yabancılaşıyorlar artık, tamamen eğlence oluyor.
Onur Ünsal: Oyunun kendisinden yola çıkarak konuşuyoruz, modern karakterlerle söylemeye çalıştığı şey, aslında vahşetin şeker gibi yedirildiği bir durum var ortada. Tecavüzün ve vahşetin Las Vegas’a sahip olma fikri hemen hemen aynı. Bu yüzden de kendi ülkesi olan 3. dünya ülkesi ve bizim gibi üçüncü dünya ülkeleri için de bulunmaz bir metin yazıyor. Kitapta, ‘otomatik tüfeği omzunuza yaslayıp ateş etmeye başladığınızda bir yerden sonra bu kimyanız haline gelir. Bu elektro gitar çaldığınızdaki titreşimle hemen hemen aynı zevki vermeye başlar’ diyor. Bunu, birisinin motto ihtiyacı yüzünden değil, bunu kimyanızı doyurmak için yapmaya başlarsınız. Sadece şiddetin kendisiyle de açıklamalısınız diyor.
O yüzden eskiden şiddet barışla karşılanırdı, şimdi ise şiddeti şiddetle karşıladığımız bir dönemdeyiz.
Necip Memili: Bir de şiddetin zamanlaması değişti, şiddet suratınıza vurduğum elimin yanağınıza değdiği an değil artık, o eyleme başladığım an. Bu süreç işte şiddeti başlatan. Adamların da yaptığı bu; ona tecavüz edebiliriz, kesebiliriz, bizim amacımız ulaşacağımız nokta değil, bizim şiddeti götürdüğümüz süreç.
Kemal Aydoğan: Tüm şiddetin üreme ve bu katillerin starlaşmasının nedeni Bira Fabrikası’ndan elde edilecek gelir. Fabrikaya para diyelim, ekonomik güç diyelim, ekonomik kaynakları yönetmek diyelim. Şiddete alıştırmak, şiddeti çıkaranları starlaştırmak, eğlenceyi herkese fazlasıyla boca etmek.
Dolayısıyla Bira Fabrikası’nı ele geçirip kaynağı elde etmeyi atlamamak gerekiyor.
‘YAŞADIĞIMIZ, PARÇALI BİR 3. DÜNYA SAVAŞI’
Ortada bir sermaye var, sahip olunması gereken, başkalarına kafa tutmak için de güce erişmeyi sağlayan. Yüzbaşı ile Onbaşı her şeyi aşıp sona kalan iki asker aynı zamanda. Bugün yaşananlara da benziyor oyun...
Necip Memili: Yüzbaşı Ölümü Sallamaz’ın söylediği bir cümle var; Bu Bira Fabrikası gibi savaştan tek bir iz almadan ayakta duran binalar hangisi, bankalar! Kimseler vurmuyor orayı, işleyen, işletilen bir şeyler var, savaş sonrası bile bir yaşam kurulacak, bunlar ihtiyaç meselesi. Yani sizin yapacağınız önemli değil. O taş duvarın yıkılmaması önemli bu durumda.
Kemal Aydoğan: Acı Çikolata diye bir kitap okuduk oyuna hazırlanırken, Avrupa’nın, batının, emperyalist aklını anlamak için, fiziksel şiddeti anlamak için. Fildişi Sahili’nde savaşın çıktığı bir süreç, bir tek kakao çekirdeği taşıyan kamyonlar zarar görmüyor, limanlara gidip geliyor, Avrupa’ya, Amerika’ya gitmesini kimse engellemiyor. Ülke yerle bir olmuş, insanlar bir yerden bir yere gidemiyor ama kamyonlar malı götürüyorlar. Savaş tam da bunun için var.
Gürsu Gür: Şu anda parçalı bir 3. dünya savaşı yaşanıyor. Önceden birbirleriyle savaşırlardı, ancak bunun çok masraflı olduğunu keşfettiler. Yani elde ettikleri kaynak savaşta harcadıkları parayı karşılamıyordu, şimdi daha küçük silahlar dağıtarak ülkeleri içten çökerterek bir kaynak sömürme olayına girdiler.
Sadece IŞİD değil ki problem, onunla yan yana gelen on tane örgüt var, ÖSO’su var, Nusra’sı var. IŞİD bir gün problem olacak, on tanesi ona saldıracak. O da bitecek. Sonra?
Onur Ünsal: Hepsi tampon savaşçılar, her işi yapıyorlar, doğuya girmek için sebep, kendi ülkende bir şeyin binasını basmak için sebep, oradaki bilmem ne rezervini almak için sebep. IŞİD’in olmasının sebebine bakın, birileri bir şey yapsın diye oradalar, ki onun üzerinden başkaları istediklerini yapıyor. Baktığında tampon bir örgüt.
Gürsu Gür: Vaat var ortada, kadınları ele geçirmesi. Bizim oyunda yok mu? Var, Onbaşı Asalak, yanıyor, tek amacı var, Las Vegas’a gidip eğlenmek, bir sürü kadınla olmak, iler tutar hiçbir yanı yok, ne ideolojisi var, ne felsefesi ama vaatlerle her şeyi yapabilecek halde.
Arzulara dokunan, kuşkusuz lider olan Patron Beyazbüyü akıllı bir kadın. Elinde oynatıyor askerleri ve işçiyi. Ona bu kadar ihtiyaç duymak neye karşılık geliyor?
Kemal Aydoğan: Arzunun kendisi olan Patron Beyazbüyü, beyazı temsil ediyor. Hepsinin arzusunun merkezi, o da çok güzel yönetiyor. Kendi denkleminde çalışıyor her şey. Fabrika sizin ama en önemli şeyi ‘ben biliyorum’ diyor, Beyazbüyü arzularıyla kendine çekiyor, dolayısıyla ona hep ihtiyaç duyulacak.
Necip Memili: Dünya liderleri de aynısını yapmıyor mu? Çok yakın zamanda Antalya’da, G20 Zirvesi vardı. Kimin neye hizmet ettiğini, nasıl davrandığını, ne şekilde savaş açılacağını, Rusya ne kadar açacak vanayı Türkiye’ye, Çin ne kadar yardım edecek Suriye’ye? Bunların hepsinin konuşması yapılmıyor mu orada? Bunların hepsi çıkacak yavaş yavaş. Bunların da yaşadığı şey bu aslında. Tam mayanızdan başlayan bir oyun bu. Kökünüzden itibaren, Habil ve Kabil’den başlayan bir mevzu var ortada. Şiddet kısmını hiç göstermiyoruz, Koffi Kwahule’nin yaptığı şey şu; sizden bir şey istememiz için öldürmeme ya da sahnedeki seyirciye şov yapmama gerek yok, metin kendi içinde o kadar güzel şov yapıyor ki, siz sadece gerekli noktalara uymanızla tamamlıyorsunuz.
Bu noktalara uymak tamam da, memlekette de öyle bir hal var ki, iktidarın yaptıklarına ‘aferin, bunu da yaptılar’ diyen bir kesim var. Bunu ne yapacağız?
Necip Memili: Eğri oturalım doğru konuşalım, İstanbul Ankara sadece buradan ibaret değil bu memleket, Konya da var, bu memlekette Iğdır da var, Antep de var. Benim mikrofonda yaptığım konuşma insanda bir süre sonra şöyle bir şey yaratabiliyor; efsane, Erzurum’daki adama 3. köprüyü yapıyoruz demek gibi bir şey. Dön de sor bakayım, sen kaç defa İstanbul’a gittin, araban var mı? Sizi niye kontrol etsin, niye kabul ediyorsunuz yani? Benim zamanımda da kurulmuştu bu cümle; ‘benim memurum işini bilir’ diye. Şimdi, ‘Benim işçim bilir’ var. Benim babamın, Kemal abinin gençliği zamanıydı (Gülücükler havada uçuşuyor) O zaman daha güçlü, daha proleter bir yapı vardı.
Kemal Aydoğan: O yüzden onun gibileri şimdi çözebiliyorum...
Necip Memili: Şunu da söyleyelim, Beyazbüyü’de Tansu Çiller’in elini sıkmakla, Merkel’in elini sıkmakla başka şeyler hissedersiniz. Bir kadın olma durumu farklılık yaratıyor oyunda.
Onur Ünsal: Afrika’da olduğunu ve karakterlerin siyah olduğunu düşünürsek, Beyazbüyü tam yerine oturacak. Bir siyah için Beyazbüyü’den bahsediliyor. Yeterli arzu noktalarına dokunduğunuzda istediğinizi yaptırabilirsiniz yani. Türkiye’deki ayaklanmalara bakın, arzu nesneleri denilen şeyler kanırtıldığında kalktık ayağa. Tüpraş’a kalkmadık, Telekom’a kalkmadık, ama arzu nesnelerine temas ettiğinde sokaklardaydık. Aslında toplum mühendisliği biraz böyle arzulara dokunmak. O kadın dese ki Onbaşı Asalak’a şunu yap diye, bitti, o tüm ülkeyi keser.
Kemal Aydoğan: Bence seyirciden bir şey bekliyor, ki bence de seyirciden bir şeyler bekleme zamanı, tiyatrocuların da bir şey olma zamanı. Seyirciden şu beklenir; ilgi, bilgi, akıl. Koffi’nin metni hem basit hem de zor bir metin. Basit, sabah bir siyaset haberi okuyorsanız basit, okumuyorsanız Koffi size bir şey veremez. Hiç ilgilenmiyorsan zaten, Koffi sana bir şey diyemez.
Evrensel'i Takip Et