Gazap Üzümleri’nden Dersim’e, Dersim’den Balveren’e
Özgün E. BULUT
Dışarıda yağan yağmurdan sırılsıklam olan ve varını yoğunu yitirmiş Joad ailesi zorunluluktan bir ahıra sığınmak zorunda kalmıştır. Ahırda bir çocuk ve onun açlıktan ölmekte olan babası bulunmaktadır. Çocuk, babası için süt ya da çorba aramaktadır. Çünkü çaldığı ekmeği çiğneyip çiğneyip babasına yutturmuş, ancak baba bunları çıkarmıştır. Bu durum karşısında Ana, çocuğu ölmüş, ruhsal sarsıntı geçirmekte olan kızı Rose’a bakar ve Rose ‘peki’ der ona. “Elini adamın başının altına götürdü ve düşmemesi için tuttu. Parmaklarıyla tatlı tatlı adamın saçını okşuyordu. Rose of Sharon başını kaldırdı, samanlığın karanlığına doğru baktı. Dudakları kenetlendi ve esrarlı bir şekilde gülümsedi.” Ellerinde olan bir olanağı, ölmekte olan birisin yaşatmak için kullanan bir ailenin umut yolculuğundaki tavrıdır bu. Onları bu hale sokan sisteme son itirazdır. Biz çaresizken de çözüm üretir ve dayattığınız gelenekleri silkeleriz direnişidir bu. John Steinbeck’in Gazap Üzemleri böyle bir finalle bitmektedir.
1939 yılında basılan bir romandır Gazap Üzümleri. 30’lu yılların ekonomik buhranını anlatır. Bir yıl öncesinin Dersim’i ise ekonomik buhrandan bihaber, kendi halinde yaşarken, büyük bir katliam ve sürgünle yer bir ediliyordu. Çayan Demirel’in hazırladığı Dersim Belgeseli’nde şöyle bir anlatı vardır. “Laç Deresi’nde vurulmuştu o, öldürülmüş. Asker girmişti ki çocuğu etrafında dolanıyor. Kayınbabam anlattı. (O askerin milisiymiş.) Çocuk etrafında dolanıyor, gidip annesinin memesini emiyor, memeleri dışarı çıkmış. Gidip biraz emiyor, sonra geri dönüp kumda oyun oynuyor. Kumda oyun oynuyor, sonra dönüp tekrar meme emiyor. Askerlerin başındaki subay: “Yazıktır! Karışmayın, zaten kendi halinde ölür” diyor. “Annesi ölmüş, o kendi halinde ölür, karışmayın.” Karışmamışlar, o subay oradayken karışmamışlar. Biz biraz uzaklaşınca, arkamızdan askerin biri çocuğu süngüleyip, nehre fırlattı.
Biri Kaliforniya’da diğeri Dersim’de yaşanıyor. Birinde bir hayatı kurtarmak adına bütün törelerin ayaklar altına alındığı bir var etme duruşu; diğerinde açlıktan ölmeye bile tahammül edilmeyecek bir canilik. Birinde gözlerdeki umut, ışıltı; diğerinde gözlerdeki barbarlık ve karanlık. Karşılaştırdığımız finaldir. Ezilenlerin ve ezenlerin finali. Birisi yaşatma uğraşı peşindedir. Diğeri ne olursa olsun yok etme. Minicik bir çocuğun açlıktan ölmesine dahi tahammül edemeyen bir gaddarlık, gözü dönmüşlük ve düşmanlık… Fark budur.
Bana birbirini çağrıştıran bu iki son, telefonuma gelen bir mesajla başka bir yere götürdü. Şırnak’ın Balveren köyüne. Çanakkale gazisi Ahmet Erk, eşi ve torunuyla evin içindeyken, evde teröristler var diye ateşe verilmişti evleri. Dönemin 2000’e Doğru dergisi bunu kapak yapmıştı ve ben şiirin baharında olan bir şair olarak çok etkilenmiştim bu fotoğrafta. Elbisesi, elleri ve yüzü yanıklar içinde olan Ahmet Erk, kitabımın da kapağı olmuştu. İşte o yangın sırasında evde bulunan torundan çok duygusal bir mesaj almıştım. Bu mesaj bana yoğun bir duygu fırtınası yaşattı ve üç olay arasında gidip geldim.
Gazap Üzümleri, Dersim ve Balveren köyü. Gazap Üzümleri, yok olan, parçalanan ve sisteme karşı direnen bir ailenin, bir toplumun direnişi; Dersim ve Balveren ise acımasızlığın neler yapabildiğinin fotoğrafı. İnsanları bu hale getiren kurgunun, propagandanın ve dilin, onları nasıl bir vicdanla buluşturduğunun hikayeleridir yaşanılanlar. İlki umudun yükselişidir. Diğerleri zorbalığın utancı olarak yerini almıştır sayfalarda. Tarih zaten bundan ibaret değil midir? Ezilenlerin haklılığı ve zalimlerin şiddeti. İnsanlık böyle böyle ilerliyor tarihin akışında. Haklılar hep haklı, adaletin erdemine inanarak rüyalarına dalıyorlar; haksızlar ise yalanın rüyasıyla uyanıp günleri karatmaya devam ediyorlar.
Evrensel'i Takip Et