13 Aralık 2015 04:06

Dilan BOZYEL

Yine daldan dala kabuslar görerek kan ter içinde uyandığım bir gece yarısı.
En arka koltukta oturuyorum. Toplasan otuz beş kişiyiz. Biraz da soğuk gibi, gerçi zaten yaklaşık on iki gündür hep üşüyorum.
Alçaldıkça sallanan uçak iç gıcıklayıcı şekilde ürkütmüyor beni,
korkunca kader değişmiyormuş zaten; boşuna yormayalım kendimizi.
Yeni yapılan havaalanına giriyoruz neyse ki,  sahi bu yeni havaalanı kaç oy kazandırmış olabilir ki bir partiye? Aman, zaten aklımda cevabını kimsenin bilemeyeceği sorular; koyun sürüsü gibi durmuyorlar.
Bir an önce sabah oluyor, kamerasız çıkıyorum yola ilk defa.
Bir boşluk hissi sağ omzumda,  varıyorum Mardinkapı’ ya. Yutkunuyorum. Yanımda arkadaşım, sokağa çıkma yasağı kaldırılınca gece boyunca uyuyamamış o da; bir an önce sabahın gelmesini beklemiş.
Hem o da bizden; bizim güzel  ve yalnız azınlık halimizden. Silvanlı bir Ermeni.
Tanıdığım, sarıldığım her Ermeni arkadaşım gibi sanki gözünün içindeki tüm camlar kırılmış gibi bakıyor onun da büyük kahverengi gözleri; bir kırgınlık, bir içten niyet, bir hisli hali.
Polis arama noktasından geçerken, hani yasak kalkmıştı soruları dönüyor bu sefer kulaklarımda. Aramadan pek de aranmadan geçiyoruz, nazik bir kadın polis; gelip geçen kadınlarla sohbet ediyor. Sol elinde telefonu ve kırmızı sigara paketini tutuyor. Yüzüğü var, ailesini düşünüyorum. Kocası ve çocukları akşam nöbet veya operasyon vakitleri televizyon karşısında uyuyakalırken kim bilir ne kadar özlüyorlardır birbirlerini.
Güvercinler uçuşuyor bir anda; paçalısı var, kuyruğu uzun olanı var. “Tahir Abi”, diyorum. Arkadaşım da kırgın gözleriyle gülümseyerek “Hrant Abi”, diyor.
Yürümeye başlıyoruz, yolda buluşacağımız diğer arkadaşlarımız da ekleniyor yolumuza. “Dört Ayaklı Minare’ye gitmek istiyorum arkadaşlar izninizle” diyorum. Herkesin niyeti aynı olunca kimsenin ağzından bir kelime çıkmaz da ermiş bir sessizlik olur ya; ondan oluverdi sokakta.
Dağkapı’ya varıyoruz, ben çocukken babamın muayenehanesi buradaydı. Aşağıdaki pasajın girişinde kaşarlı tost ve açık ayran içmek için her gün gelirdim buraya. O gün biraz usluysam halka tatlı ve limonata da ısmarlardı babam bana.
Bizim tostçu amcanın olduğu pasaja bakarken solumdaki polis tekrar arama yapılacağını bana doğrulttuğu tüfeğiyle işaret ettiğinde çocukluğumun asla geri gelmeyeceğini anladım. Bir önceki aramaya göre daha gergindi sokak. Arama yapma hakkını anladım da neden tüfeği doğrultarak arama yapıldığını bir türlü çözemedim. Sanırım o küçük çocuk halim olsa burada, gidip bunu sorardı solumdaki askere.
Yürümeye devam ettiğimde ilk gördüğüm şey kadınların battaniye ve elektrikli ısıtıcı taşıdığıydı. Belli ki akşam yasağın geri geleceğini bizden önce tahmin etmişlerdi.
Polis barikatlarının arttığı sokakta, asker sayısı artmaya başladı. Her sokağın başında beş altı asker bekliyordu. Ve her sokağın girişine eğreti asılmış küçük bir Türk bayrağı vardı. Askerlerle göz göze gelmemeye çalışsam da çoğunun neden sakallı ve göbekli olduğunu anlamadım. Yine çocuk halim elimden tuttu da cevapsız soruları soruyor gibiydi.
Kamerasız olduğum için, çünkü kamerayla Suriçi’ne girmem bu sefer imkansızdı, sağ omzumun boşluğuyla ellerimi cebime soktum. Böyle daha güvende hissettim, aşık olduğumda da ellerimi saklarım ilk zamanlarda. Sanırım inceden titrediğimi görmesinler diye. Yine sokağa dönmemi sağlayan bir sesle irkildim; “ellerini ceplerinden çıkar.” Sakince; çıkardım?..
Yürümeye devam ettik, midemde bir yumruk hissettim; her adımımda bir fotoğraf çekmek istiyorum ama gözüme gözüme uzanmış namlular izin vermiyor. Sağ sokakta bir kafes görüyorum, içinde kırmızı Hint bülbülleri ve sarı kanaryalar var. Ben bu küçük çocuk halimi hiç tutamıyorum; bir anda sokağın girişindeki askerlere soruyorum; “kuşların fotoğrafını telefonumla çekebilir miyim?” Kendimi hiç bu kadar salak hissetmemiştim.
Bana doğru tüfeğini doğrultan bir adama sorduğum soruya bak!
Çok nazik bir şekilde izin veriyor, telefonumla fotoğraflar çekmeye başlıyorum bir yandan da kuşlarla konuşarak. Suriye’den geldiklerini biliyorum bizim burada satılan kuşların, o an önce kafeslerin kapaklarını açıp; çizgi filmlerdeki gibi bir anda kanatlanıp uçmak istiyorum kafesteki kuşlarla birlikte. Başka bir asker “bayan yeterli bu kadar, sokağı boşaltmalısınız” diyene dek kaptırıyorum kendimi yine bir hayale, evet.
Ve çocukluğumun geçtiği, bin tane dileğim için gidip etrafında yedi kere döndüğüm Dört Ayaklı Minare’nin sokağına varıyorum. Tahir Abi’yi görüyorum.
Ama varamıyorum. İzin vermiyor askerler. Sorsam belki o anki nedenleri gayet mantıklı ve haklı da olabilir. Ama sonuç olarak gidemiyorum. Ne Tahir Abi’ye ne de Dört Ayaklı Minare’ye.
Yola devam ediyorum derin bir iç çekerek, “benim kaderimde buraları böyle görmek de mi varmış?” diyorum arkadaşlarıma, o ermiş sessizlik hiç bozulmuyor. Eşyalarını hızlıca kamyonetlere yükleyerek kaçan aileleri fotoğraflıyorum bir yandan telefonumla. “bu telefonla böyle fotoğraflar da mı çekecektim ben?” diyorum yine. İsyan etmekle etmemek arasında gidip gelirken; bizim yaşlarımızda, belki İstanbul’da bir kafede görseniz dikkatinizi çekecek bir genç yaklaşıyor yanımıza. Omzundaki tüfeği yere dayıyor, parmak uçları kesik siyah eldiven takmış sol eliyle beni işaret ediyor. Telefonumu açmamı istiyor, sonra fotoğraf galerisini açmamı istiyor.
Kendime “bunu sil, bunu da sil, bunu da sil, bunu da, bunu niye çektin ki” sorularını duyunca geliyorum. Sağ omzumda bir boşluk var, sanırım kameram olmadığından; bir de streslendiğimde hortlayan beş boyun fıtığım var, düne dek bir aşık olduğumda bir de aileme inandığım her doğru şey için kafa tuttuğumda kasılıp kalınca boynum, titremeye başlıyordu sağ kolum.
“Kuşları çektim?”
“Giden aileleri çektim?”
“Onu yanlışlıkla çekmişim” cevapları vermeye başladım, fotoğraf atölyelerimde çektiğim fotoğrafları bir bir anlatırım aslında; çektiğim fotoğraflara böyle sığ cevaplar vermeyi ne zaman öğrenmiştim inanın bilmiyorum.
“Ne iş yapıyorsun sen?”, “Sabıkan var mı?”, “Öğrenci misin?” anlıyorum beni tanımak istiyorlar ama fotoğraflarımı neden siliyorsunuz ki, yanımda yine sağ elimi sıkıca tutup durmadan sallayan çocukluğuma kızıyorum.
“Ben gerildim” diyorum telefonu askerin sol eline tutuşturup; hayır iki adet askerin sorgusunda olduğum için gerilmedim, hayır iki adet tetiğinden tutulu tüfeğin yanında olduğum için gerilmedim, hayır fotoğraflarımı silmelerine de gerilmedim.
Sağ kolum çok titriyor, ben ona gerildim.
Neyse ki anlıyorlar memleketini seven herhangi biri olduğumu, nazik bir şekilde vedalaşıyoruz. Ben şimdi böyle romantik anlattım ya, hep sizi kandırdım aslında.
Orada yaşanan acıyı, orada göğsümde hissettiğim yumrukları size fotoğrafları göstererek anlatabilirdim çünkü.
Siz de biliyorsunuz, ateş sadece düştüğü yeri yakar, siz de ‘görmeden inanmazsınız’ ya hani.
Birazdan sokağa çıkma yasağı olan şehrimde, Amed’de; uyumaya çalışacağım.
Biliyorum, yine kabuslar göreceğim.
Sağ kolum titreyecek.
Devlete kızacağım, gücüm yetmezse devlete; ailemin bir kusuruna takılır aklım; onu da çözemezsem içimde; aşk mevzularıma kızarım.
Zaten artık biliyorum; ya devlet ya aile ya da aşk öldürecek beni bir gün.
Fotoğraflarımı niye siliyorsunuz ben hâlâ onu anlamadım.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Kamu işçisi hedefte

Kamu işçisi hedefte

Ücretleri baskılayan Erdoğan-Şimşek programının yeni hedefi toplu sözleşme sürecine giren 600 bin kamu işçisi. Sendikal bürokrasi eliyle işçiden kaçırılan sözleşme taslağı, iktidar medyasına sızdırıldı. “Taleplerimizi karşılamıyor” diyen işçiler öfkeli. Ekonomide, iç ve dış politikada sıkışan Saray iktidarı, toplumu yönetebilmek için yasaklara, gözaltılara ve tutuklamalarla sarılıyor.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
'Heybeden’ her gün yeni bir soruşturma çıkıyor. Yargı sopasıyla topluma gözdağı verilmek isteniyor.

Evrensel'i Takip Et