Gül dalından bıçak sapı
Sokağa çıkma yasağının bize uğramayacağına o kadar eminiz ki, susarsak sıranın bize gelmeyeceğine kendimizi öylesine inandırmışız ki, uzakta yanan ateşin bize sıçramayacağını o kadar test etmişiz ki endişeli değiliz.

C. Hakkı ZARİÇ
bir ölüm nefes alırken bir dudakta
öbür bütün şeyleri nasıl anlatmalı
Turgut Uyar
Birikmiş susku utanca dönüştü. Cama vuran yağmur damlaları yetmiyor uzakta olup biteni görmek için. Aksak adımlarla girdiğimiz ev, üzerimize örttüğümüz kapı, kuşkunun perdelerini çektiğimiz pencereler bizi saklamak için yeterli değil artık.
Bakıp gördüklerimiz bize ait değil. Felaket bizim başımızda olmadığı sürece yaşanmasında sorun yok. Kıyıya vuran ceset bizim değil. Mültecilerin batık düşleri, yuttukları tuzlu su, perişan can yelekleri bizden hikâyeler büyütmüyor. Çocukların cansız bedenleri bizim için bir iç burkulması belki, belki birkaç dize, birkaç fotoğraf görüntüsü. Korkudan kaçıp umuda sığınmak isteyenlerle aynı sızıyı paylaşmıyor oluşumuzu nasıl anlatmalı? Ekranın karşısına geçip tüylerini okşadığımız kediyle avunmanın seyrindeyiz. Kredi kartlarımız çocuklarımızın geleceği için yeterli olduğu sürece kıyıya vurma ihtimalimiz yok.
. . .
O mermi bizim evimizden içeri girmiyor. Bizim sokaklarımızda dolaşmıyor tank, bizim sokağımıza doğrultmuyor namlusunu. Kustuğu mermiler bizim geleceğimize değil, isyanla sınanan bir halkın ısrarına yönelen şiddet bize dokunmadığı sürece rahatız.
Kimsenin kapısı sağlam değil oysaki. Yüksek bloklarda güvenlikli yaşadığımızı sanıyoruz sadece. Ateş bizi yakmadığı sürece seyri ve sıcaklığı ne güzel. Acının coğrafyasında yaşayan biz olmadığımız sürece sokak ortasında vurulan barış elçilerinin ya da on yaşını daha yeni doldurmuş çocukların kurşunlanması bize ait kederler değil.
Metrolar, otobüsler, vapurlar, dolmuşlar, bol şeritli yollar, havalimanları, yeni köprüler bizim huzur ve refahımız için. Sıkışan trafikte cep telefonumuza taktığımız kulaklıktan yayılan müzik can sıkıntımız için bire bir. Yürüyen merdivenin solundan yürüyüp yetişme telaşında olduğumuzu kendimize anlatmamıza gerek bile yok. Sirenler bizim için çalmıyor. Ambulansın içindeki biz değiliz. Yakılan ev bizim değil. Beyaz Toros’a ya da siyah Ranger’e zorla bindirilen biz değiliz. Yaka kartlarımızla geçtiğimiz turnikeler, yakamızdaki beyazlık için yeterli. Belki bir kahve molası, yemek arası kendimiz için çaldığımız kıymetli vakitlerde başkasının acısını hissedecek kadar göğe bakabiliriz. Ama bir yumruk yeme kıvamında değil, öylesine, anlık, geçici bir süre. Sonra yine yollar, simit kapma yarışına giren martılar, kırmızı ışıkta durup mesaj yazmalar falan…
Sokağa çıkma yasağının bize uğramayacağına o kadar eminiz ki, susarsak sıranın bize gelmeyeceğine kendimizi öylesine inandırmışız ki, uzakta yanan ateşin bize sıçramayacağını o kadar test etmişiz ki endişeli değiliz. Bizi korumakla görevli olanların hayatımıza kast etmek için örgütlendiğini görmek için bakacağımız yeri bile şaşırıyoruz.
Yaşadığımız zamanı F Tipi karabasanla adlandırmak şöyle dursun, başkaları için yaşam hakkını geçirmiyoruz bile aklımızdan. Koca bir hapishaneye dönüştürülmüş ülkede ortak acılardan bahsetmek için kurduğumuz her cümlede “ama” olması yüzümüze çarpan bir kamçı gibi.
“Ev ev, sokak sokak, mahalle mahalle” korkunun gözleriyle bakan çocukların okula giden yollarını kesen iktidar, hukukun ya da anayasanın olmadığını, kurulu düzeni istediği gibi sevk ve idare edeceğini söylüyor bize manşetlerden. Gazeteler, televizyon haberleri, internet portalları sahibinin sesiyle evlerimize girip bize çemkiriyor. Bununla da kalmayıp görmezden gelmemiz için yığınla insan istihdam ediyorlar; ne âlâ.
Hayatta kalanların diz çökmesi ve yarından endişe etmesi meselesidir mesele. Bizden uzak yaşanan şiddetin bizi vurmayacağını sanarak önce kendi duvarlarımızın içine kendimizi hapsetmemizi istiyor devlet. İntikamın bütün şiddetini yüzüne geçirdiği maskenin arkasına gizleyip haksızlığını “örtülü ödenek”le ödüllendiriyor. Sincan’da yürüyen tankla, Silopi’de namlusundan ateş kusan tank arasındaki çelişki burada sınıyor kendisini. Bir dönemin “mağduru” olduğunu iddia edenler, kanı kanla yıkayarak korku krallığına boyun eğmemizi istiyor.
Bunu yaparken ne onaya muhtaç ne de açıklamaya. Şehirden şehre denetimli serbestlikle dolaştığımızı kendimize itiraf etmekten kaçındığımız için, satın aldığımız tatil turlarında Şırnak’ın olmaması ne kadar da anlaşılır. İptal edilen uçak seferlerinde soyguncuların, kan emicilerin, para sıfırlayanların, ayakkabı kutusu sahiplerinin, malum müteahhitlerin, gökyüzünü ve ormanları betonla işgal edenlerin, çöken madenlerde yüzlerce işçinin katline imza atanların biletleri yanmıyor.
Cizre’de, Silopi’de ya da Sur’da yaşamadığımız için mutluyuz.
Elimizdeki bavulla nereye gideceğimizi bilmiyor olmamız, izli mermilerin bizi ölümle kuşatmayacağı anlamına gelmez. Bileklerimizde ters kelepçeyle dolaştığımız ne kadar gerçekse, ruhunu gerici bir rejimin tek adamına satmış olanların tencere tava sesine bile tahammül etmediği o kadar gerçek. Akrebin arkasında sürüklenen ceset de çıplak bedeni teşhir edilen gerilla da sokak ortasında vurulan çocuk da bizim insanlığımızdan utanıyor. Bundan dolayı “Barış Nöbetleri” de mahcup.
Kamu düzeni sağlamak adına bölgeye yığınak yapan devlet, teslim olmayanı yok etmenin telaşında. Bu savaş bizim değil; bu savaş yoksulların, ezilenlerin, sokak ortasında bıçaklanan kadınların değil.
Çocuğunun cesedini günlerce buzdolabında saklamak zorunda kalan anneye barıştan bahsedebiliriz ancak. Bunun için geç kalmış sayılmayız. Ateşin bizi yakmadığını, tank namlularının bizi hedef almadığını nasıl iddia edebiliriz?
Sokaklar barış için de idealdir!
Evrensel'i Takip Et