Savaş bu ülkede değil ki…
Foti BENLİSOY
“Sevgili yurttaşlarım, sizler ki adımıza işlenmiş olan bütün suçları gayet iyi biliyorsunuz, kendinizi yargılamak mecburiyetinde kalacağınız korkusuyla bunlarla ilgili olarak kimselere, hatta kendi kendinize dahi tek kelime etmiyor olmanız hiç doğru değil. Başlangıçta neler olup bittiğini anlamadığınıza, sonraysa böyle şeylerin doğru olabileceğinden şüphe ettiğinize inanmaya razıyım; ama artık biliyorsunuz ve hâlâ dilinizi tutuyorsunuz. Sekiz yıllık suskunluk, bu nasıl bir alçalmadır.”
Jean Paul Sartre
Silopi’ye, Cizre’ye, Sur’a tanklar girmişken ‘Memleketin batısından neden gür bir savaş karşıtı ses çıkmıyor’ sorusuna verilebilecek bin bir türlü ve hepsi de anlamlı cevap var. Yani bu tartışmayı yapmakta, ama yaparken de onu bir kendi kendini kırbaçlama ayini olmaktan çıkartıp mümkün mertebe politikleştirmekte yarar var. Hayıflanmalara değil, siyasal argümanlara ve mevcut siyasal güç ilişkilerinde karınca kararınca da olsa değişime vesile olacak siyasal eylemlere ihtiyaç var. Fakat böylesi cevaplara ulaşabilmek için isabetli sorularda, yani evvela neyi aradığımızda da uzlaşmış olmamız gerekiyor.
“Bu ülkede savaş varken insanlar neden sessiz” mealindeki sualimiz aslında baştan yanlış. Bu ülkede savaş yok çünkü. Önce savaşın “bu ülkede” değil de başka bir ülkede, daha “teknik” tabirle “dahili sömürgemizde” cereyan ettiğini kabul etmeliyiz. Bu kabulle birlikte, yani Diyarbakır’da “burası Kürdistan” diyerek polisin üstüne yürüyen yaşlı kadının ne demek istediği üzerinde düşünerek savaş karşıtı tepkilerin neden bunca cılız olduğunu önce anlayabilir, bu anlayışla birlikte de bu durumun değiştirilebilmesi için neler yapılabileceğini tartışabilir hale gelebiliriz.
“Dahili sömürge”, aynı devlet sınırları içerisindeki bölgeler arasındaki yapısal siyasi ve ekonomik eşitsizliklere ve bu eşitsizlikleri berdevam kılmaya dönük sistemik tahakküm mekanizmalarına atıfta bulunan bir kavram. Metropol ile deniz aşırı sömürge arasındaki “klasik” ilişkinin benzerinin aynı devletin sınırları dahilinde üretilmesi anlamına geliyor. Yani İrlanda ya da Cezayir’deki (Cezayir bir sömürge ya da manda değil, Fransız toprağıydı) savaş gibi, Kürdistan’daki savaş da aynı ülkedeki savaş, bir “iç savaş” değil. İngiliz toplumunun İrlanda’daki savaşa, Fransız toplumunun Cezayir’deki savaşa ya da İsraillilerin Filistin’deki savaşa karşı tepkisi de (çoğu zaman) cılız kalmıştı. Cezayir bağlamında Sartre’a yukarıdaki sözleri söyleten de bu sessizliğin ta kendisiydi. Yani bu suskunluğun müsebbibi genel geçer bir vicdansızlık, bu ülkenin “bizleri öldürmek isteyenlerin ülkesi” olması değil, sömürgeleştirenle sömürgeleştirilen arasındaki asimetrik ve hiyerarşik ilişkinin yarattığı çürümedir.
SÖMÜRGECİ HEP ÇİRKİNDİR
Benim yaşımda olanlar Çelik Blek’i (Türkçedeki resmi adıyla “Teksas”) muhakkak hatırlar. Orijinal ismiyle Il Grande Blek, Türkiye’de bir hayli popüler olmuş İtalyan kökenli bir çizgi romandı. “Kahramanımız” Blek, 18. yüzyılın sonunda İngilizlere karşı Amerikan bağımsızlığı için mücadele eden bir “ulusal kurtuluş” savaşçısıydı. Çizgi romanda (üniformaları icabı “kırmızı urbalılar” diye anılan) İngilizlerin neredeyse tamamının neden oldukça çirkin, meymenetsiz, suratsız tipler olarak çizildiğini anlayamamış, hatta “gerçekçi” çizgilerden hoşlandığım için bunun “Çelik Blek” için bir zaaf olduğunu düşünmüştüm.
Sonra Express dergisinin haftalık olduğu ilk sayılarından birinde, kimin yazdığını maalesef hatırlayamadığım bir yazıda bulmuştum (aslında aşikâr olması gereken) cevabı. İngiliz askerleri çirkindi; çünkü onlar bir işgal gücüydü. “Kırmızı urbalılar” her işgalci güç gibi çirkin olmalıydı ve bu çirkinliğinin çizgilere dökülmesi de doğaldı. İşte Kürt illerinin adeta yeniden işgali, sadece buna katılan silahlı güçleri (duvar yazılamaları yapan, boşaltılmış sınıflarda maskeleriyle muzaffer pozlar veren “güvenlik güçlerini”) değil, bu politikalara ses çıkarmayan, bu eşitsiz ilişkiyi sorgulamayan hemen herkesi de giderek Çelik Blek’teki “kırmızı urbalılar” misali çirkinleştiriyor. Yalnızca bu yeniden işgal ve savaş politikaları devam ettikçe değil, sömürgeleştirenle sömürgeleştirilen arasında yukarıda anılan eşitsiz tabiyet ilişkisi bertaraf edilmedikçe sürüp gidecek bir çürüme hali bu…
İSRAİLLEŞME
Geçmişin klasik asimilasyoncu-inkârcı devlet söylem ve pratiği, Kürtlerin bir halk olarak varlığını reddediyor ve en iyimser durumda onları, “müstakbel Türk”, yani ileride Türk milletine asimile edilebilecek bir kitle olarak görüyordu. Son on beş yıl içerisindeyse, popüler muhayyilede olduğu kadar özellikle de devlet katında, Kürtlerin Türkleşme, yani Türk milleti bünyesinde erimeleri kapasitesine dair inanç eski gücünü kaybetti.
Aslında Kürtlerin artık “müstakbel Türk” sayılmaması, Türklük dairesine dahil edilme potansiyellerinin zayıflaması ve böylece asimilasyon siyasetinin nesnesi olmaktan çıkması, Kürt illerine dönük politikaların sömürgeci rengini iyiden iyiye pekiştiriyor, “İsrailleşme” diye tanımlanabilecek bir sürece yol açıyor. Bilindiği gibi İsrail, bir halkın bir bütün olarak terörist ilan edilmesi ve sivil-asker ayrımını berhava eden askeri yöntemler konusunda işgal edilmiş Filistin topraklarını bir “model” haline getirmiş bir devlet.
Kürt coğrafyasında yaşananlar, çağdaş dünyanın belki de en “başarılı” kolonileştirme girişimlerinden olan İsrail’dekine benzer bir rasyonaliteye işaret ediyor. İlker Cörüt’ün geçenlerde yazdığı gibi, “AK Parti’nin kolektif ceza siyaseti, tıpkı Gazze üzerinde sürdürülen ambargoda, bir füze veya intihar saldırısından sonra misliyle ve hedef gözetmeksizin Filistin şehirlerinin yakılıp yıkılmasında ve direniş örgütleriyle işbirliği yaptığı iddia edilenlerin evlerinin buldozerlerle yerle bir edilmesinde olduğu gibi, direnişin maliyetini yükselten ve bu maliyeti kolektif biçimde paylaştıran disipline edici bir teknoloji olarak çalışıyor.”
NERON KOMPLEKSİ
Albert Memmi, “Sömürgecinin Portresi Sömürgeleştirilenin Portresi” adlı eserinde, bir gaspçı olarak sömürgecinin Neron kompleksinden muzdarip olduğunu yazar. Aslında Roma tahtı Neron’un değil, üvey kardeşi Britannicus’un hakkıdır. Ancak Neron, Britannicus’un itibarını zedeleyen çeşitli hile ve desiselerle Britannicus’un yerini alır. Ancak imparator olmak Neron’a yetmez. Britannicus’un varlığı ona hep bir gaspçı olduğunu hatırlatacaktır. O nedenle Britannicus’u öldürür, nişanlısı Junia’ya tecavüz eder; bir gaspı başka bir gasp, bir adaletsizliği başka bir adaletsizlik izler ve Neron bir tirana dönüşür.
İşte sömürgecinin zaferi de Neron gibi onu asla tatmin etmez. Çünkü aslında (kendisinin de çok iyi bildiği gibi) haksız bir el koyma, bir gasp eylemi olan zaferinin ve bu zaferin kazanılma koşullarının aklanması gerekir. Aklamak için Kürtler kâh “dağ Türkü” ilan edilir kâh topyekûn “terörizmle” özdeş kılınır. Ancak on yıllar süren “temizlik” girişimleri kâr ermez. “Gasp edilen ne kadar ayaklar altında çiğnenirse, gaspçı da o kadar çok zafer kazanır ve ardından da suçluluğunu kabul ederek kendini iyice mahkûm eder. Böylece, kendi ritminden sürekli beslenen, şiddetlenen bu mekanizmanın ivmesi yükselir. Sonunda, gaspçı gasp edileni ortadan kaldırmaya yönelecektir; çünkü onun yalnızca varlığı bile gaspçılığını hatırlatmaktadır.” Bu nedenle toplu kıyım, hatta soykırım sömürgeciliğin ikiz kardeşidir.
İşte bu kendi kendini besleyen şiddet ve zulüm döngüsünü kırmadan, sömürgeciliğin Neron kompleksini bertaraf etmeden gerçek, yani adalet ve eşitlik temelinde kalıcı olabilecek bir barışı kazanmak mümkün olmayacak ve biz bir felaketten bir başkasına sürükleneceğiz. Bu nedenle savaşın bu ülkede değil de bizimkine maddi tahakküm ilişkileriyle tabi kılınmış bir başka ülkede, “bizim” adımıza yürütüldüğünü kabul etmek, bu zulüm döngüsü karşısına çıkabilmemizi, Joseph Conrad’ın Kongo’daki kolonyal soykırım bağlamında yazdığı o dev anlatının başlığıyla “karanlığın yüreğine” bakabilmemizin yolunu açabilir.