Buzdolabının anahtarı ve yan odada uyuyan kardeş!
Şu an bombalar ve silah sesleri altında yazıyorum' diye başlıyor Cizre’den bir öğretmen Evrensel Pazar ekine gönderdiği mektubunda... Ve sesleniyor 'Buzdolabına konan insanlığımızın, anahtarının bulunup kapısının açılması gerekiyor!' (FOTOĞRAF-DİHA)
Cizre’den bir öğretmen
Yazıya başlamadan hemen önce, buradan gitmek zorunda bırakılan öğretmen arkadaşlarımdan biriyle konuşuyorum.
-Nasılsın iyi misin? Merak ediyoruz.
-İyiyim, sorun yok.
-Gittik ama aklımız hep sizde, moralimiz çok bozuk.
-Biliyorum.
Sonra telefondan okul grubu yazmaya başladı:
-Biz görüyoruz ama batının ruhu bile duymuyor.
Bir diğeri :
-Sanki iki ayrı dünya.
Diğeri bombayı patlatıyor;
-Cizre’de bir kadın öldü.
…
Kimse yazmıyor. Sessizlik çöküyor. Uzun bir süre kimse yazamıyor. Sonra, hayat bu şekilde devam edemez dediğimiz o anda, zaman akmamaya başlıyor ve akıl soluksuz bir bedenden ibaret olarak ortada kalıyor. Belki de o an içinde kalıp vicdanımızın aklımızı yoklamasına ve o an aklımızın nefes almasına izin vermeli, bu durumdan kaçmamalıyız. Cizre’de, Silopi’de, Sur’da ve adını sayamadığım, çözümsüzlüğün silah olarak seçildiği her yerde yaşayan insanların, çocuğu için, kendisi için yaşadığı telaşı, korkuyu, öfkeyi ve çaresizliği herkesin yaşamasını sağlayacak olan; belki de, bu sessizlik halinde alınan nefesin sarf edeceği haykırışlar olacaktır.
Şu an bombalar ve silah sesleri altında yazıyorum ama bu silah seslerini sadece bugün duymuş biri değilim. 34 yaşındayım ve çocukluğumdan beri duyuyorum. Aralıklı olsa da istikrarlı(!) bir şekilde…
Belki de sorun hayatımızdaki tüm yetkiyi başkasına vermektir. Tek bir sesle yönetilmek, yönlendirilmek sonrası bombalanmak, kaçmak ve ölmek... Bunların hepsi kendisini gösterecek doğal sonuçlardır. Belki de sorun; sürekli topu başkasına atmaktır. Yanlışlıkla gelen topu bile taca atmak!
Uzun süreli elektrik kesintisinden sonra devletin bize bahşettiği(!) kısa süreli elektrik sayesinde televizyonda izlediğimiz CHP ve HDP’nin eski milletvekillerinin bir araya gelmesi yüreğimde bir kıvılcım oluşturuyor. Tabii bu yayın sadece bazı televizyon kanallarında sınırlı kalıyor. Öte yandan diğer tüm kanallarda devlet akillerinin “Ama HENDEK …” cümleleriyle başlayıp bir tetikçi ağzıyla yaptıkları konuşmaları sürüyor. Vurdukları gerçekliğin, insanlık olduğunu bile bile ‘ama’larında ısrarcı olmaları beni oldukça endişelendiriyor. Aslında çözümün basit olduğunu, bu ürpertici duygunun tam tersiyle kendini gösterebileceğini ve bunun siyasetçinin siyaset diliyle konuşması gerektiği yeterliliği çok açık değil mi?
Ama öncelikle buzdolabına konan insanlığımızın, anahtarının bulunup kapısının açılması gerekiyor! Kesinlikle!
Hayat Güzeldir filmini izlerken, “Batı”dan gelmiş ve o mesaj ile birlikte o “Batı”ya geri dönen bir öğretmen arkadaşımla sohbetlerim geliyor aklıma. (Ha bu arada kulaklık takmış, sesini sonuna kadar açarak izliyorum filmi, dışarıdaki her şeyden bir nebze uzaklaşabilmek umuduyla bir savaşın oyunlaştırılmasını… ) Bu arkadaşımla çok iyi anlaşıyoruz. Konu, burada yaşayanların daha önce yaşadıklarına gelinceye kadar… “Sus” diyor, konuyu değiştirmeye çalışıyor. Gördüğü beni, içselleştirmesini, anlamasını istiyorum halbuki. Sonra vazgeçiyorum, “anlaşmayı başardığımız konular varken benim meselelerimle, dilimle kirletmeye hakkım yok” diyorum ve dinlemek istediklerini söylüyorum. Sonra başka bir arkadaşımın buradan gittikten sonra sosyal iletişim ağında paylaştığı çok içten ve samimi yazısını okuyorum:
“İçimiz ağlaya ağlaya çıktık oradan ama bizi her gün elleri silahlı yüzleri maskeli gençler durduruyordu ve aralarından geçerek okula gitmek zorunda kalıyorduk. Biz çocuklarımız için her şeye katlanıyorduk ama çok korkuyorduk. Sınıfımızdaki içleri tertemiz ve bize ışıl ışıl parlayan gözlerle bakan çocukları bıraktık. Eve geldik ama halen çok korkuyoruz, onlar için…”
Sonra düşünüyorum bu arkadaşım yüzleri maskeli çocukların gözüne baktı mı acaba? Baksa nereden tanıyacak ki! O yüze niye baksın ki? Peki ama yarının yüzleri maskeli olacak çocuklarını tanımayacağından emin olabilir miyiz…
Sonra lanet ediyorum kendime daha önce anlatamadıklarım, anlatamadıklarımız ve nihayetinde anlaşamadığımız sohbetlerimiz yüzünden! Benim yüzümden! Bizim yüzümüzden! Bütün bu savaşlar bugünün minicik tertemiz gözlerinden, bugün korku, yarın öfke yaratacak maskeli yüzlerini yaratan biziz sevgili arkadaşım! Dün de bizdik! Bugün de biziz! Ve ne yazık ki yarın da… Ve bir sorumlu bir muhatap onları gören bana, sana, ona dışarıdan bakıp dua etmekle yetinen, ona dışarıdan acıyan, ondan korkan ve sonunda bu korkusunun büyüklüğüyle onu bombalayan kısacası hepimize lanet olsun.
Bizim için de aynısı geçerli. Özelde buradan giden öğretmen arkadaşlarım, genelde tüm öğretmenlerin; birer eğitimci olarak sorunların şiddetle değil, konuşarak çözülebileceğini, bunun sağlanması için gereken platformların acilen oluşturulması için kitlesel ya da bireysel çabalar içine girmeleri gerekiyor. Bugün konuşma sırası bizlere gelmiştir. Umarım topu taca atmaz, sorumluluğumuzun gereğini yaparız. Çünkü köşeye çekilip, anlaşma enstrümanı silah olanların, bu enstrümanı bırakmalarını beklemek, bireysel acılardan öteye, toplumsal bir kopuşa neden olacaktır. Oluyor da!
Bunu; buradaki insanların artık korku duymamasından anlayabilirsiniz… Buradaki insanları yakıp yıkan şey, korkudan ziyade kendisinden başkasının sesini duymaması, acısını paylaşmaması, burada ölürken, medyanın ona penguenler kadar değer vermemesidir. Fakat bu bir gerçektir ki, gemi battığında sadece suyu sızdıran yeri batmaz geminin. Buradan hareketle biz, bizi yönetenleri de, bizi öldürsünler ya da bizimle ölsünler diye değil, özgür ve demokratik bir ortamda yaşayalım diye seçiyoruz. Biz birlikte ölmek değil, umutlu bir güne doğmak istiyoruz.
Yazdıklarımın verdiği huzur, dışarıda değişmeyen her şeyin bilinciyle yatağıma yatıyorum. Uyumaya çalışıyorum. Tank atışları, mermiler, bomba sesleri… Yatağımda küçülüyorum. Sesler arttıkça küçülmeye devam ediyorum burada. Ders anlattığım sınıfımdaki minicik çocuklarım kadar oluyorum; Ademim kadar, Meryemim kadar ya da Newrozum kadar… Mustafam kadar, Afşinim kadar, Sinemim kadar, Semanurum, Yasinim, Muhammedim, Hanımım, Ramazanım, Süleymanım, Hasanım, Umutum kadar oluyorum… Kapıyı sinirle babam açıyor “niye dağınık odan!” diye bağırıyor. “Burada ikimiz birlikte yaşıyoruz, burayı ben tek başıma dağıtmadım ki” diyecek oluyorum; ‘güm’ diye bir ses, kapıyı kapatıyor. Bombalar patlamaya devam ediyor. Sonra annem geliyor. Beni saracak, sevgi verecek, hayaller kuracağım kucağını açacak diye beklerken; o da dağınık odama bakıyor ve bir hışımla kapıyı açtığı sertlikte kapatıyor.
Silah sesleri devam ediyor… Halbuki öznesi ben olduğum şu odada, değersiz olan her şeyin değerini anlayan annem ve babam, değerli olan beni unutuyor… Ben küçülmeye devam ediyorum. Küçüldükçe yok olan benden sonra bile, odanın bir değeri olacağını düşünen bir anne ve babaya sahibim herhalde.
Peki ya kardeşlerim… Silah sesleri artıyor. Yan odada uyuyan başka kardeşlerim, kardeşleriniz var mı bilemiyorum; çünkü olsaydı muhtemelen çoktan gelirlerdi…