Nar kentinde iklim
Böyle bir iklimde, Paris’te bizi mahveden havalar için yan yana geldiler. Günlerce toplantılar oldu ve müzakere masasından iki kere iki dört denilen, iklim değişikliği kabulünden başka pek az şey çıktı.
Fevzi ÖZLÜER*
Uzun bir dalganın üzerinde keşişleme yaşıyoruz. Son otuz yılda Türkiye, emperyal kapitalist bloklar arasında, iktisadi geçiş bölgesi işlevine uygun bir biçimde yeniden yapılandı. Bu coğrafyanın bin yıldır bir işlevi de bu değil miydi? Bu kentlerin, bu halkların bir serüveni değil miydi deve kervanlarına camdan bakmak? Yolun ve suyun kenarında oturanın bir avantajı vardır oysa. Uygarlık, güç, kültür birikir. Son otuz yılda ise bizim kentlerimize düşen bunların hiç birisi olmadı maalesef.
Örneğin, Karadeniz sahil yolu projesi ile kentlere medeniyet götürüleceği propagandası yıllarca işlendi. Neticede çıkan eser uluslararası bir ticaret yolunun kenarına dizilmiş çarpık kentlerdi. Bu eseri bir de dağlardan tamamlamak icap etti. Bağdat –Berlin demiryolu hattı gibi Karadeniz Bölgesi’nin tüm yer altı zenginliklerinin ve arkeolojik eserlerinin temellükünün yolunu açma niyeti yeşil yol projesi ile belirdi. Politik defineciliğin canlı tuttuğu hatta yollar yapılmaya başlandı.
Bu Kafkasya ve Avrupa asfaltının bağlantı yolu olarak da Marmara Denizi’nin etrafını bir ring gibi çevreleyen otoban düşünülmüştü. Geçtiğimiz günlerde acele kamulaştırma kararı alınıverdi. Hani şu sürekli çevresel etkileri hesaplanması istenen 3. Köprünün bağlantı yolları diye anılan mecraya. Marmara Denizi’nin etrafındaki pek çok önemli balıkçılık merkezinin etrafına da enerji nakil hatları, termik santral projeleri konduruldu. Balık, balık değildi, su da su..Bir yerden bir yere yük taşınan şist tapınağıydı buralar hepsi bu.
Bu projelerin amacı da Avrupa’ya ve kapitalist üretim merkezlerine ucuza enerji ve hammadde taşımak ve bu enerjinin arz güvenliğini sağlamaktı. Bizimkiler ise bunu şöyle dillendirdi, “Artık Avrupa’ya enerji arz eden bir ülkeyiz, enerji satıyoruz” Balıkesir, Bursa, Çanakkale, Tekirdağ termik santral projeleriyle doldu taştı. Marmara Denizi’nin etrafındaki zenginliklerin kirli enerji kaynaklarına heba edildiği ve enerjinin de arz güvenliği siyasetinin uzantısı olduğu bir tablo doğdu. Bu tablo son otuz yılda şekillendirildi.
Tıpkı, Katar ve İsrail doğalgazını Avrupa’ya taşımak için fitillenen savaş da benzer bir fosil uygarlığının sınırlarını işaret ediyordu bize. Güneyden ve Kuzeyden çevrilen yolların hikayesi benzer bir noktada kesişiyordu: Son iki yüzyıldır olduğu gibi enerji kaynakları üzerinde tam egemenlik kurmak, enerjinin taşınacağı bölgeye kadar güvenliğini sağlamak ve dünyadaki üretim pazarındaki tekel olmak iddiasındaki ülkelerin güç ve pozisyon tutuşları bugün de coğrafyadaki tüm kentlerin iktisadi ve sosyal kaderini belirledi.
Düşün ki, bir Musul’a bir Ninova’ya bakan kapitalist, toprağın altından fışkıran petrolden başka bir şey görmezse; Asur’un sfenks heykelleri dikilmiş 27 kapısından içerde, Asurbanipal’in İskenderiye’nin öncülü olan kütüphanesindeki onbinlerce kil tableti, akıp giden petrol borularına savak yapmaz mı?
Yeni kale duvarları ören ve giriş kapısına “petrol candır” yazan bu fosil uygarlığına selfie çubuğu olmaya namzet iklim aktivistleri ve dibacesinde egemen yazan devletleri, böyle bir iklimde Paris’te bizi mahveden havalar için yan yana geldi. Belki de bu taraftan bakınca yan yana gibi görünmüşlerdir. Günlerce toplantılar oldu, Habermas’ın iletişimsel eylem kuramı yine boşa düştü ve müzakere masasından iki kere iki dört denilen, iklim değişikliği kabulünden başka pek az şey çıktı.
Türkiye Devleti de iklim görüşmelerine giderken, iklim değişikliği pazarına girmeyi kafasına koymuştu. Yıllık 100 milyar dolarlık bir karbon pazarındaki iklim finansmanlarından pay almak ve teknoloji transferi beklentisini koymuştu küfesine. Birkaç da sermaye temsilcisi koymuştu küfeye işte hepsi buydu. Görüşmeler sırasında da pozisyonunu çok bozmadan, yerinden kalkmadan, pek söz de kesmeden aman bilmediğimiz yerden soru gelmesin tutumunu korudu. Oysa söyleyeceği çok şeyi vardı. İklim değişikliğinden kentleri yakında kavrulmaya yüz tutacakken, onun aklından kentsel dönüşüm uygulaması yapmak geliyordu ilk. Daha 6 yıl öncesinde şehircilik şurası raporlarına bile kimse dönüp bakmıyordu. Uygarlığa ait teknik üretmek yerine teknoloji transferini esas alan bir bakış açısı gözleri parlatmıştı. “İklim değişikliğine karşı koruyacak şöyle bir makinemiz geldi abilerim”, diyecekti ve bu aleti bize ucuz yola temin edecekti sanki bir güç. Bu muydu acaba temel beklenti? Deniz mi kirlendi, hoop deniz temizlerle pırıl pırıl her yer. Ne, bir derecelik ısınma nedeniyle hamsiler mi yok olmuş, eveeet işte burda yan cebimden hamsi üreten dimbildek. Ne, termik santrallerden nefes mi alamıyorsunuz? Burnumuza taktığımız bu mandal aparatıyla en güzel havalar sizin olsun. O yol, asfalt, otoban meselesini de çok abartma, geçecek tabi kamyonlar, hem kavun mu taşınır hep? Neticede sözünü veren, arkasını döndü gitti. Kim sözünü ne kadar tutarsa, o kadar iyi olacak her şey. Ahde vefa kapitalizmi, Marcus Aurelius dahil tüm stoacıların canını sıktı umursamazlığıyla..
“Kentler için Paris Anlaşması sonrasında, iyi bir şey mi bekliyorsunuz?” diye soruyorum kendime, işin açıkçası fakirin ekmeği güvercin çalkaması, eh biraz da umut, bekliyorum evet. Ne mi bekliyorum? Bu sene kömür yakmaya başlamışlar Ankara’da, şu kentsel dönüşüm uygulamasının yepyeni kenti Mamak civarında, barakalardaki Suriyeliler falan da değil hani. O güzel evleriniz. İs kokuyor üstümüz başımız, genzimiz karası kömür. Bir nefes almak için köşedeki kıraathaneye girip soluklanırken Türkiye’nin resmi iklim müzakerecisinin “COP26 Antalya’da olsun” twitlerini gördüm. Bir sonraki twitini de “10 bin dünyalı iklim zirvesi için Antalya’ya aksa güzel olmaz mı?” diyordu.. Olurdu, binlerce uçak, karbon, yeni inşaat alanları falan muhteşem olabilirdi! Dayanamadım, sordum, “İklim krizini en yoğun yaşayan şehir olduğu için mi Antalya acaba?” Bir cevap alamadım. Bunu burada bırakmayalım, konuşalım, Ursula diyor, daha çok fantazya lazım, kentler için de bizi hangi Nuh kentine davet eder, bulalım. Ama önce şu yukardaki manzara içinde kendi için kente bakalım.. Kendine kentten, kendi için kente sökün etmekle başlayalım. Bu nedenle de önce şu kentlerin son otuz yıllık büyüme, saçılma ve yoğunlaşma ekseninde genleşen ve enerji oburu üretim biçiminden nasıl kurtulacağının sorularını soralım. Yoksa nar gibi yararız bu kafayı da ve elde hazır bir Truva, Hatttuşa, Ninova yokken ayazda bile kalamayız. Savaşın tam ortasında... Bir nar kenti düşünmek lazım...
*Avukat