8 Ocak 2016 02:41

Nazım ALPMAN
 
Sevgili Metin Kardeşim,  
Senin katledildiğin yıl (1996) minik bebekler büyüdüler, gazeteci oldular. Tıpkı senin gibi gerçeğin peşine düştüler.
Zaten gazetecilik de bu değil mi?
Burası Türkiye olduğu için, gazetecilik açısından tuzaklarla dolu dehlizler cehennemi önlerinde uzanıyordu. Habere gitmek için bu zorunlu yolu aşmaları gerekiyordu.
Özellikle Kürt gazeteciler için haberin yolu benzersiz çilelerle doluydu. Devlet içinde barındırdığı cinayet şebekesiyle düzenli olarak katliamlar yapan bir mekanizmaya sahipti. Bu durum o kadar “normalleşmişti ki” devletin insan öldürme yetkisi, devletin müfettişleri tarafından bile aşırı bulunabiliyordu.
Mesut Yılmaz’ın başbakanlığı döneminde, “Susurluk Skandalı” üzerine bir rapor hazırlayan Kutlu Savaş, “Devletin öldürme yetkisi vardır” dedikten sonra ekliyordu:
“Ancak bu yetkinin çok aşağılara kadar inmesi yanlış olmuştur!”
Devlet 2 Aralık 1994’te Özgür Gündem gazetesinin İstanbul’daki merkezini havaya uçurdu. Bu da “aşırı normal” uygulamalardan biriydi. Çünkü gazete özgürlük, eşitlik, adalet isteyen Kürt yayın organıydı. O yıllarda Kürt gazetecilerin öldürülmesi “sıradan” bir olay haline gelmişti.
OHAL Valisi olarak büyük bir şöhrete ulaşan Hayri Kozakçıoğlu, İstanbul’da Türkiye Spor Yazarları Derneği merkezinde yaptığı basın toplantısında şöyle demişti:
-Türk basını olarak güneydoğuyu milli maç gibi izlemelisiniz!
Milli maç gibi izlenen dönemde Hıfzı Akdemir (8 Haziran 1992), Yahya Orhan (31 Temmuz 1992), Hüseyin Deniz (10 Ağustos 1992) Musa Anter (20 Eylül 1992) Kemal Kılıç (18 Şubat 1993) Cengiz Altun (24 Şubat 1992) Ferhat Tepe (28 Temmuz 1993) Nazım Babaoğlu (12 Mart 1994) öldürüldüler.
Ülkenin güneydoğusu ile batısı arası sosyalistler ve Kürtler için farklı değildi. En azından devlet böyle düşünüyordu. Sosyalist gazetecileri öldürmenin pek fazla bir önemi de olmuyordu!
8 Ocak 1996’da bu kasaplık teorisinin satırları seni buldu. Bir toplumsal olayı izlemek ateşiyle hayatını tehlikeye attığını bilemezdin. Zaten bilseydin de geri durmazdın ya…
Devlet -üzerinden bunca yıl geçmesine karşın- yine aynı devlet. Metin Göktepe ruhunu kuşanan genç gazeteciler tıpkı senin o gün yaptığın gibi yapıyorlar:
-Bu haberi ben izlemeliyim!..
Gazetecileri bir düşman gibi görerek savaş hukukunu bile kulak arkası ediyorlar. Gözaltına alıyorlar. Tutukluyorlar. Zindanlara atıyorlar.
DİHA Muhabiri Nedim Oruç tıpkı senin yaptığını yaparak olayların içinde yer aldığı için, içeri alındı. Eğer gün boyu, onun için açılan “#GazeteciNedimOrucNerede” çağrıları seslendirilmesiydi belki onu da duvardan düşüreceklerdi.
Gece yarısına doğru Emniyet Müdürlüğü Nedim’in ağabeyini arayarak onun hayatta olduğunu bildirdiler:
-Nedim Oruç gözaltında!..
Herkes içinden derin bir  “Oh” çekti. Nedim öldürülmemişti. Gözaltındaydı. Sonra da tutuklandı.
Bir gazeteci haber yaptığı için tutuklanabilir mi?
Burası Türkiye, bildiğin eski Türkiye!
Devlet gücünü eline geçiren istediğini asıyor, istediğini kesiyor! Eski bir başbakan 23 Nisan kutlamalarında koltuğunu geçici olarak bir çocuğa bıraktığında söylemişti alt beyninde depoladığı içten fikirlerini:
-Şimdi başbakansın, istediğini asarsın, istediğini kesersin!
Küçücük çocuk elbette böyle bir şey yapmadı, yapamazdı.
Ama ona koltuğunu ikram eden zat ise yaptı, yapıyor!
Metin Kardeşim sen katledileli 20 yıl oldu. Eskinin mazlumları yeninin zalimleri haline geldiler. Eskiler ne yaptılarsa, onların katbekat fazlasını yapıyorlar.
Hedef tahtası olarak da gazetecileri seçiyorlar. Hapisteki 31 gazeteciyi (Nedim’le 32 oldu), öldürmeyip hayatta bıraktıkları için seviniyoruz!
Hep “bugünler geçecek” diye umutla mücadele ettik. Geçti de… Ama her seferinde daha ağırı geldi. Bu topraklar zalim ve zulüm üretme konusunda benzersiz bir berekete sahip.
Senin katillerini yargı önüne çıkarttığımızdaki gazeteci dayanışmasını hatırlatıyorsun her 8 Ocak’ta… En çok da bu 8 Ocak’ta ihtiyacımız var sana ve dayanışma ruhuna!..

Evrensel'i Takip Et