Adnan ÖZYALÇINER
Önce bir öykü anlatmalıyım kuşatma altındakilerin yaşadığı, onlara her gün yaşattıkları yüzlerce öyküden yalnız birini. Üç buçuk aylık bir bebeğin öyküsünü.
ORTA YERDEKİ KAN
Evin en geniş odasında bir aradaydılar. Öğle saatleri olmasına karşılık yarı karanlıktı ortalık. Sabah mı olmuyor, güneş mi doğmuyordu. Geceden yarı karanlığa evriliyorlardı kuşatmanın başladığı günden beri. Onların gece de gündüz de aydınlık yüzü gördükleri yoktu zaten. Hedef olmamak için elektrik yakmazlardı. Gene de tedirgindiler. Koskoca yerde duvarın bir köşesine sığışıp oturuyorlardı.
Baba, anne, dede, büyükanne, iki de amca bir de annenin kucağındaki bebek duvarın köşesine sığışmışlardı gene. Birbirlerinin soluklarını alıp veriyorlar. Birbirlerinden güç alıp birbirlerini ısıtıyorlardı. Aralarında çok az konuşurlar, gerekmedikçe birbirlerinden ayrılmazlardı. Bebek ağladıkça anne onu susturmak için meme verirdi.
Bebek ağlamaya başladığında anne gene çabucak göğsünü açıp memesini bebeğin ağzına tıkıştırdı. Tam o sırada çakmak aydınlığı gibi bir ışık çakmışçasına gelip geçici bir aydınlık odayı dolandı. Duvarda kırmızı bir ışık yanıp söner gibi oldu. Ardından vızıldayan bir kurşun ana kucağındaki bebeği buldu. Bebek, anında memeden koptu, başı sarktı. Kadın, kısa bir çığlık attı. Dede bebeği kavradı. Hep birlikte alt kata indiler. Hedefteydiler. Keskin nişancılar bulmuştu onları. Anne ağlıyordu. Bebeği ölmüştü, bebeğini öldürmüşlerdi. Dede, bebeği bir kenara bıraktı. Kalanlar, korunaklı bir duvarın dibinde toplaştılar yeniden. Anne hıçkırıyordu şimdi. İşte tam o sırada bebek ağlamaya başladı. Anne, baba, dede, büyükanne, amcalar bebeğin başına toplaştılar. Bebek ağlıyordu. Demek ölmemişti. Sevinçle birbirlerinin gözlerinin içine baktılar.
-Çabuk hastaneye götürmemiz gerek, dedi amcalardan biri.
Baba, polisi arayarak hemen ambulans istedi. Polisten olumlu cevap geldi.
-Tamamdır.
İki erkekle bir kadının beyaz bayrak açarak yaralı bebekle sokağa çıkmalarına izin verildiğini belirtti.
Bunu duyan dede, bebeği kucakladığı gibi karısı, iki amcayla birlikte sokağa attı kendini. Sokak boştu. Sessizdi. Ambulans sokağın ta öteki ucunda bekliyordu.
Dede, kucağındaki bebekle en önde, beyaz bayrağı havada görünür bir biçimde tutmaya çalışan karısı yanında, arkalarında iki amcayla birlikte daha iki adım atamadan “tepelerden bir kurşun”.
O kurşunla bebeği tümden susturdular. Bir daha ağlamasını istemedikleri için. Tepedekiler, annesini, babasını öldürdükleri çocukların ağlamasını içlerinin götürmediğini söylemişlerdi. Çocukları öldürmeleri de ondandı belki. Anasız, babasız kalmalarına acıyor olmalarından.
Bebeğin ikinci kez, dedenin kucağında kurşunlanışı yaşlı adamı çıldırtmıştı. Bebeği kavrayan iki eli avuç dolusu kan olmuştu. Bunu görünce gözlerini belerterek avazı çıktığı kadar:
-Beni vurun, beni! diye bağırdı boşluğa. Daha bağırtısı kesilmeden peş peşe gelen kurşunlarla kucağında sıkı sıkı tuttuğu daha ılık olan bebeğiyle boylu boyunca sokağın ortasına devrildi; onu tutmak mı, yoksa ona tutunmak mı istediğini anlayamadığı karısıyla birlikte. Az ötelerinde amcalardan biri, acıdan yüzü kasılmış yerde yatıyordu. Öteki amca yarı yıkık bir duvarın ardına sığınmış; olanların şaşkınlığı içinde ne yapacağını bilmeden, gözleri fal taşı gibi açılmış bekliyordu. O sırada zırhlı bir polis aracının kara bir gölge gibi uzaklaştığını gördü.
Sokağın öte başında bekleyen iki sağlıkçı da, o zaman, ellerindeki tek sedyeyle, ani bir rüzgâr gibi, sokağı yalayıp geçen kurşunların orta yerde göllendirdiği kana doğru var güçleriyle koştu.
Bu öykü 2015’in Aralık ayı sonunda yaşandı. Yeni yıla üç dört gün kala. Yeni yıl geldi. Yeni bir sayfa deniyor.
YENİ BİR SAYFA
2016’ya yeni bir sayfa açmalıyız. Güzel de, 2015’te kirlenen, kirletilen, daha doğrusu kirlettikleri sayfaları ne yapacağız? Onların bıraktığı acıları, kirletilirlerken sustuğumuz gibi, susmakla mı geçireceğiz? Bilmiyorum, bilemiyorum. Bu durumda açacağımız sayfa yeni olabilir mi, 2015’in o sayfalarını karalayan mürekkep yeni sayfayı da kirletmeyecek mi?
Denizle gökyüzü arasında bir yerde olduğunu bildiğim Sennur Sezer’den bir mesaj geldi. Kirlenmiş Kağıtlar şiirinden bir bölüm:
“Gül desem gocunur musun her gördüğüm çiçeğe.
Her dikeni gül saysam... Böyle kıraçlar varmış,
dinledim. Gül diye adlandırılmış her rengi.
Ve gül kokarmış ortalık. Sonra sevdanın ulaşmadığı kuytularda, karasevda olurmuş tanışıklık. Ah dilini anlamadığım kalabalık.”
Dilini anlayamadığımız o kalabalık, acaba 2016’ya yeni bir sayfa açmakta böbürlenen bizleri bağışlayabilecek mi dersiniz?
Evrensel'i Takip Et