Ölümünü bile sanat eserine dönüştüren adam
Tolga DARCAN
Kimileri dava insanıdır, bir davaya inanır ve yaşamları boyu yalnızca onun peşinden giderler. Diğerleri ise değişimlere, gelişimlere, farklı seslere ve farklı renklere daha açıktır; dönem dönem fikirlerini gözden geçirmeyi, kendilerini revize etmeyi tercih ederler. Müzisyenler için de benzer bir ayrımdan söz edilebilir. Pek çoğu kısa sürede bir kimlik edinir ve tüm kariyerlerini o kimlik üzerine kurarlar. Bazıları ise tek bir kimliğe, tek bir tarza bağlı kalmayı yaratıcı zihinlerine aykırı ve kısıtlayıcı bularak her seferinde değişik bir şey denemek, farklı bir yöne gitmek ister. Geçen Pazar bu dünyadaki yolculuğunu sona erdiren David Robert Jones ya da hepimizin bildiği adıyla David Bowie, ikinci kategoriye aitti. Hatta o kategorinin en önde gelen isimlerinden biriydi.
Pek çok grup ve müzisyenin kariyeri birkaç döneme ayrılabilir, ancak söz konusu Bowie ise bu dönemlerin sayısını ifade etmek için tek bir rakam yetmez, iki haneye ihtiyacımız olur. İlk grubunu 1962 yılında, 15 yaşındayken kuran Bowie, müzik dünyasında bir yer edinebilmek için 60’ların sonuna kadar didindi durdu; ancak bu çabaları herhangi bir sonuç vermedi. Farklı isimler kullanarak ve farklı gruplarla yaptığı 45’lik ve albümler bir türlü ses getirmedi. Ta ki 1969 yılında, Bowie’nin ‘gerçek’ kariyerinin başlangıcı sayabileceğimiz “Space Oddity” şarkısını yayımlayana kadar. O noktadan sonra ise yaptığı neredeyse her işle başkalarının hayal etmekte bile zorlanacağı başarılar yakaladı. Psychedelia’dan glam’e, proto-punk’tan blue-eyedsoul ve funk’a, ambient ve deneysel işlerden post-punk ve newwave’e, folk-rock’tan elektronik müziğe kadar her durağa uğradı; ama bütün bu elbiseleri kendine yakıştırmayı bildi. Muhtemelen glam çalan ilk uzaylı Marc Bolan’dı ve elbette “Low” albümünden önce Krautrock’ın cermen ritimlerini Kraftwerk hâlihazırda ete kemiğe büründürmüştü; ancak Bowie, farklı kuşaklardan milyonlarca dinleyiciye bütün bu tarzları sanki kendisi icat etmiş gibi hissettirmeyi başardı.
Kendine yakıştırdığı elbiseler yalnızca ‘müzikal elbise’ler de değildi. Birbirinden farklı personalar yaratıp farklı kimliklere bürünürken o kimliklerin her biriyle de bütünleşebildi: Ziggy Stardust da oydu, Zayıf Beyaz Dük de. Hatta bazen bu kimliklere kendini biraz fazla kaptırdığı ve başını çeşitli şekillerde derde soktuğu da oldu. Fakat bütün bu dertlerden kendini kolayca sıyırabiliyordu. ‘Şeytan tüyü’ vardı onda, yaptığı her şeyi normal ve doğal göstermeyi başarıyordu. Aslında bu hâliyle pek çok toplumsal önyargının kırılmasına da yardımı dokundu. Özellikle 70’li yıllarda cinsel kimliğine ilişkin bilinçli olarak yarattığı belirsizlikle, giydiği kadın elbiseleri, yaptığı makyajlar ve zaman zaman ayağına geçirdiği topuklu ayakkabılarıyla dönemin cinsel özgürleşmesine katkıda bulundu. 80’lerde ise aslında her zaman ‘gizli bir heteroseksüel’ olduğunu ‘itiraf’ etti. ‘Gizli’ sözcüğünü bu şekilde kullanması bile toplumun ‘normal’ ve ‘anormal’ olana ilişkin yargılarını altüst etme arzusunun bir göstergesi olarak okunabilir. David Bowie, her zaman avangarttı.
BOWIE, BİR ŞARKICIDAN BİR MÜZİSYENDEN FAZLASIYDI
Bowie, bir şarkıcıdan, bir müzisyenden fazlasıydı. Müziğe, sanata, yaratıcılığa, özgürlüğe dair sevdiğimiz her şeyin mükemmel bir şekilde cisimleşmiş hâliydi. Her zaman bir adım önde olma arzusu, kategorilere sığmayışı, etiketlerden azade oluşu ve hiç bitmeyen merakı ile zamanının ve zamanımızın kültürünü pek çok veçhesi ile ifade edebildi. Müziği diğer sanat dallarından ayrı bir yerde görmüyordu; konserleri bir tiyatro oyununa dönüşüveriyor, albümleri yaşamın şiirselliği ile aleladeliğini aynı anda yansıtabiliyordu. Bir Bowie plağı yalnızca seslerden oluşmuyordu; öyküler, düşler, renkler, önseziler, cinsel fanteziler, hezeyanlar, halüsinasyonlar, hepsi oradaydı. Popüler müziğin bir sanat dalı olarak kabul edilişi 60’ların ortasına, The Beatles ve dönemdaşlarının getirdikleri yeniliklere ve yaptıkları işlere dayanır. Bowie ise yalnızca yaptığı müziği değil, tüm hayatını bir sanat eserine dönüştürmeyi başardı. Üstelik bununla da yetinmedi.
Dokunduğu her şeyi ‘sanat’a dönüştürmeyi ve tiyatral hâle getirmeyi başaran Bowie, anlaşılan o ki, ölümüne de aynı şekilde yaklaşmış. Ortalıkta buna dair bir sürü ipucu olmasına karşın bunu ancak kendisi öldükten sonra anlayabildik. On sekiz aylık hastalığı esnasında yeni bir albüm kaydetmiş, 8 Ocak’taki doğum gününü – en azından sosyal medyada –fazlasıyla ‘kamusal’ bir şekilde kutlamış, tam da doğum gününde son albümü “Blackstar”ı yayımlamıştı. O gün Facebook’u açtığımda her tarafın David Bowie’nin kendi sayfasından yayımladığı – albüm haberini de veren – mesajla dolu olduğunu görmüş, mesajı ben de paylaşıvermiştim. Sonra albümü dinlemeye başladım. Pek çok şarkıda ölüm teması vardı, ama bu tema Bowie için çok da yeni bir şey değildi. Dikkate almadım. Kimse almadı. Bu temanın en belirgin olduğu şarkı ise “Lazarus” idi (sırf şarkının adı yüzünden, 10 Ocak’ta ölen Bowie’nin 14 Ocak’ta dirilmesini bekledim, dirilmedi). “Buraya, yukarıya bak! Cennetteyim,” diye başlayan şarkı, “Özgür olacağım, tıpkı o mavi kuş gibi,” diyerek bitiyordu. Bowie, bize adeta ölümünden bahsediyordu. Üstelik şarkıya yine ölümünü simgelediğini düşündüğüm bir video çekmiş, bu videoyu 7 Ocak’ta yayımlamış ve herkese bu yolla veda etmişti.Fakat Bowie’nin hayatında kurgu ile gerçek arasında o kadar ince bir sınır olmuştu ki her zaman, anlayamadık. Hazırlanamadık. Her şeyi yine inceden inceye hesaplanmış bir kurgu sandık. Aslında öyleydi de, karşımızda bir kurgu vardı. Kurgu olmayan şey ise Bowie’nin ölümüydü. Bowie hastalığını saklamış olsa da pek çok yere ölümüne ilişkin ipuçları yerleştirmişti, yine de herkes hazırlıksız yakalandı.
David Bowie’yi yalnızca hayatını değil, ölümünü de sanat eserine dönüştürmüş bir insan olarak hatırlayacağım.