17 Ocak 2016 04:59

Sesler, sesleri, seslerimiz…

‘Kırmızı Sincaplar’, umutların çok daha büyük olduğu bir dönem, Sennur Sezer ve Adnan Özyalçıner’in de emekleriyle var olan bir çocuk korosuydu. Artık sincaplar yok, sincapları kollayanlar da birer birer çekiliyor ama serde sincaplık var. Umut var. ‘Ateş düştüğü yeri aydınlatıyor’ illaki. ‘Kırmızı Sincaplar’dan Cem Zamur yazdı.

Paylaş

Cem ZAMUR

Gözümüzle gördüğümüze, kulağımızla işittiğimize değil, kendi seslerinin çınladığı enstrümanlara inanmamızı istiyorlar. Aşikârı, müpheme havale etmek tek dertleri, öyle var oluyorlar. Ama gözlerimizi kapasak da, sesler duyulmayacak gibi değil. Memleketin doğusundaki ses kırılarak batısına rakam olarak ulaşıyor artık. Bir yandan rakamlara alışmamız isteniyor, diğer yandan sesleri o rakamlara boğdurmak. Oysa ses bir mânâda görülebilen de bir şeydir. Şayet işitme isteğiniz varsa bir fotoğraftaki sesi duyabilirsiniz. Yoğun ateş altındaki şehirlerde uyumak için elleriyle kulaklarını kapatmış çocukların fotoğrafı sizin içinizde de bir şeyler patlatmıyor mu mesela?

2015’in son haftasında Radikal’de Cem Erciyes tarafından hazırlanan söyleşi dizisini merakla takip ettim. Israrla yakıp yıkılan şehirlerin, yaşlı-çocuk ayırımı gözetmeden vurulup öldürülen insanların yaşadığı bölgede inatla yazan, çizen, üretenlerin söyleşilerini. Mesafeli bakanın hiçbir zaman anlamayacağı türden,yaşadığı coğrafyada kendi meşgalesinin zanaatkârı olanların, o toprağın has insanı olarak kalmayı, halkın tam ortasından, içinden ve dilinden konuşarak olanı biteni tüm açıklığıyla resmeden sözlerini. Şüphesiz konuşanların hepsinin sözleri çok değerli ve sahiciydi.Gitmemekte inat etmek de has bir inancın, pür bir gözüpekliğin göstergesi değil mi zaten, üstelik insan kendi toprağından başka nereye gidebilir ki?

Bu yazının sözünü önceden vermiştim ama bir türlü elim kaleme gitmiyordu. Haliyle bir mahcubiyet duyuyor ama bunca ölümün, her gün ekrana düşen haberlerin berbatlığında yazmak da amaçsız bir iş olarak görünüyordu. Tam da Kemal Varol’un bahsettiğim söyleşi dizisindeki “İnsanlar ölüp yerinden yurdundan sürülürken yazabildiğim için utanmak gibi daha sahici bir duygu kalıyor bende” sözcükleri karşılıyordu bu duyguyu. Ardından yine aynı söyleşi dizisinde Murat Özyaşar’ın söyledikleri geldi: “Kara, karanlık günlerden geçiyoruz. Ateşin düştüğü bir karanlık bu. Ve ateş düştüğü yeri aydınlatır, diye düşünüyorum.” Evet, o ataleti daha önce çok kez söylendiği gibi atmak gerekiyordu. Hangi işle meşgulsek ona daha çok sarılarak devam etmeli fakat gerçekleri, olanı biteni göz ardı etmemeliydik.Ben de öyle yapmaya çalıştım…Sizleri sinemadan başlayıp sesler üzerinden bir yolculuğa çıkarmak istiyorum. Bahsedeceğim iki filmle de ilgili olarak bugüne kadar çok kalem oynatıldı. Benimki kendimce bir bağlantı arayışı, amatörce bir heves sadece.

‘ABLUKA’NIN SESİ

Bahsedeceğim ilk film Emin Alper’in Abluka’sı.Tepenin Ardı’yla zaten başka bir dili müjdeleyen Emin Alper, Abluka’yla pek çok şeyi üst üste ekleyerek geldi bu pek de alışkın olunmayan bir sıçrayış süreciydi. Açıkçası verdiği emeğin debisi ne kadar yoğun olursa olsun izleyici için bunun hızlı bir gelişim süreci örneği oluşturduğu çok açık - ikinci uzun metrajı olduğu düşünülürse. Emin Alper ve ekibi hem senaryoya olan hâkimiyet hem de kurgu, plan ve mekân seçimleriyle büyük bir iş başarmışlar. Bunu ben değil filmin katıldığı festivallerde aldığı ödüller de belgeliyor zaten. Abluka’nın sadece senaryo ve kurguyla açıklanamayacak bir diğer dikkat çekici özelliği ise ses’in bir özne, neredeyse bir karakter olarak varoluşu. Bazı söyleşilerinde de bahsi geçen metafor kullanımı gibi de değil, başlı başına bir meselenin temeli ve hatta o temelin sarsıntısının sesi olarak. Dipten gitgide yükselen ablukanın ruhuna uygun, neredeyse iç ses gerginliğinde bir uğultu, Kafkaesk bir ses ritmi - bu anlamda sinemada seyredilmesi kuşkusuz bu etkiyi artıran bir etken. Haliyle işin o kısmında Cevdet Erek ve Cenker Kökten’e ayrı bir selam etmek de kaçınılmaz oluyor. O reaksiyonel sesle ve dipten yükselen gerilimin uğultusuyla çıkıyorsunuz salondan. Gariptir ki çıktığınız sokakta bu uğultu sizi hiç rahatsız etmiyor, dışarıda da olan o zaten. Kiminin duyduğu, kimisinin duyamadığı. 

İkinci film Tolga Karaçelik’in yönetmenliğini üstlendiği Sarmaşık. Onun da ikinci uzun metrajı ve aynı başarılı sıçramayı onun da yaptığını belirtmek gerekli. Film, alışılmadık planlarla ve “ekibi kuruyoruz” havasıyla açılıyor.Sarmaşık’la ilgili olarak da filmin başarısından ya da kullandığı metaforlardan bahsetmeyeceğim. Nadir Sarıbacak’ın performansı ya da Osman Alkaş’ın başarısından da. Sadece neredeyse çılgınlığın başladığı ve dönüşümlerin parladığı noktalara temas etmek istiyorum. Cenk ve Alper’in ilk dumanlı seremonisinden mesela. Köpüren denizin üstü kadar aynı reaksiyonun başlara da vurabilecek olması ihtimalinin sunumundan, bir ses’ten. Cenk’in cep telefonundan yayılan melodinin, onun sesiyle buluşmasına, oradan şarkının esas yorumcusu Cem Karaca’ya ulaşmasına mesela. “Neler olacak?” sorusunun ilk katresinden.Ardından yine ses’le bütünleşen dönüşümün bambaşka bir kilit noktası. Cenk’in metal bağlantı elemanıyla, boru devrelerine vurarak, tüm gemiyi dolaşan metalik, berbat ve ritmik bir sesle, hem diğerlerine verdiği mesajı hem de Beybaba’nın kapandığı kamarasında sinir sistemini sınırına kadar zorlamasına tanık oluyoruz. Kımıldayamayan, çakılı kalmış mürettebatsız bir gemide her sesin ürkütücü olduğu düşünülürse, bu sahne filmin psikolojik -ve siyasal- gerilimini ayrı bir boyuta taşıyor. Neredeyse Hanekesel bir dokunuş - Aynı dokunuş filmin son sahnesinde de saklı. Sarmaşık’ta da sesler açılışın, dönüşümün ya da kapanışın tetikleyici etkenlerinden biri oluyor neredeyse. Orada da hem Ahmet Kenan Bilgiç hem de Peter Sandmann’ın hakkını teslim etmek gerekiyor. 

‘KABUĞU KALDIRIRSAN DERİNLEŞİR YARA’

Şüphesiz ki her ikisi de seslerden âzâde başarılı filmler ama herkesin yarasından bağlanması gibi ben de insiyâkî olarak oralardan tutundum. Hem zaten bize tebliğ edilmemiş midir: “Kabuğu kaldırırsan, derinleşir yara.”Tek cümleye sığdırırsak: 2015 berbat bir yıldı.Haziran başındaki azıcık bir umut göstergesinin ardından, şiddetin bilindik aygıtlar tarafından gitgide yükseltildiği, neredeyse yas tutmaya bile imkân tanınmayan rezil bir yıl. Buna bir de arka arkaya göçüp giden yazın insanlarının tasası eklendi. Son olarak kısa süre içerisinde Oktay Akbal, Sennur Sezer ve Gülten Akın’ı kaybettik. Elbette bu isimler bir yazının değil eserleri ve eyledikleriyle cilt cilt kitapların konusu. Yine ses’ten bağlanacağım, bana geçmişten gelen derin ve incelikli bir sesten:Sennur Sezer’den. 

KIRMIZI SİNCAPLAR

Çocukluk,içinden geçtiğimiz puslu günlerde bile küçük, farklı, aptalca mutlulukları barındırabildiğiniz bir çağ ve iyi ki de öyle. Yıllar sonra özlemle anmanızın ana sebeplerinden biri de artık o noktaya geri dönemeyeceğinizi bilmek, bir mânâda bunun yasını tutmak - Avuçlarınızdan kayan her şeyde olduğu gibi. Benim için de farklı değil. Gülsüm Cengiz’in Sennur Sezer’in ardından onu sevgiyle yad ederek yine Evrensel’de yazdığı “Belleğimdeki Sennur Sezer Resimleri” başlıklı yazı, beni bu yazıyı yazmaya teşvik etti. Gülsüm Cengiz o yazısında Kırmızı Sincaplar diye bir korodan bahsetmiş, Sennur Sezer’le ilişkilerinin perçinlenmesini de o koro çalışmalarına bağlamıştı. Çocukluk böyle bir şey, bugün “onlar oldu işte, oldu” diye tepindiğiniz hadiselerin olup olmadığını tam da bilememe hali,öyle sis içinde hülyalı zamanlar - Elbette yaşla da alakalı olarak. O yazıyla sesler canlandı, isimler cismânileşti, her şey netleşerek önüme döküldü zihnimden. Evet, ben o sincaplardan biriydim. Adını, yüzünü hatırladığım, beraber harika vakit geçirdiğimiz başka arkadaşlarım da var elbette, bende saklı kalsınlar.Kırmızı Sincaplar farklı yaş gruplarından boy boy çocuklardan mürekkep bir koroydu.Festivallere gider, toplu konserlerde yer alır, bazen de mühim şarkıcıların ön grubu gibi şarkılar söylerdik. Halkevlerinde de, Anadolu’da da, Spor Sergi’de de söyledik. Akademisyen çocuğu da vardı aramızda, işçi de, memur da, kapıcı da… Beyaz gömleklerimiz, mavi işçi tulumlarımız ve kırmızı fularlarımız vardı. Üstelik koroya bu ismi de biz korodakiler kendi aramızda konuşarak ve oy birliğiyle vermiştik.Sincaplık biraz da fularlarımızdan kızıla çaldı anlayacağınız.Büyüklerimiz sadece gülümseyip, onaylamakla yetinmişlerdi. Haliyle ekip şenlikliydi, üstelik bu renkli ekip nereden neyin çıktığının belli olmadığı bir tereddüt ikliminde yoluna devam ediyordu. Stüdyoya girip bir demo albüm bile yapmıştık, hepimize de birer kopyası kaset olarak verilmişti - Benimki artık yok. Koronun iki üyesi Sennur Sezer ve Adnan Özyalçıner’in çocukları olunca, doğal çalışma ortamımız onların Aksaray’daki evleri oldu.Büyük bir misafirperverlikle koronun da bir bakıma doğal hamisi olmuşlardı. Çocuk aklımızla değerlerini tam kavrayabildiğimiz yaşlar değildi, sonradan anlayacaktık Sennur Abla’yla Adnan Abi’nin kimler olduğunu. Belki 1980 darbesinin etkisiyle herkes bir yere savrulmasa tam içinde görecek, kavrayacaktık. Korodaki arkadaşlarımız İstanbul’un çeşitli bölgelerinden hafta sonları prova mekânımız olan Aksaray’daki o eve geliyordu. Fakat oraya olan yakınlığım ve ev sahiplerinin çocukları Ayşe ile Ahmet’le olan arkadaşlığım sebebiyle -biraz daha fazla zaman geçirebilmek için- en erken giden ben olurdum. Her ne kadar yaşadığım evde diğer evlere nazaran çok kitap olduğunu düşünsem de daha önce benzerini kütüphanelerde gördüğüm yoğunlukta kitapla dolu o ev bana masal gibi gelirdi. Rengârenk kitapların arasında kaybolurduk. Üstelik koro çalışır ve prova yaparken, vereceğimiz molada yememiz için Sennur Abla her zaman mutfakta bize bir şeyler hazırlıyor olurdu. Koro derken en az on beş kişilik bir ekibin ve bir keman sanatçısıyla, koro şefinin (Gülsüm Cengiz) olduğunu da belirtmeliyim. Verilen arada o büyük kitaplıkların ortasındaki kocaman masada cümbür cemaat, şen şakrak hem konuşur hem atıştırırdık. Sennur Sezer’in gidişine ben işte oradan bakabildim, o büyük rengârenk masadan. Her dediğimizi ilgiyle dinleyen, bizi sadece çocuk olarak değil, verdiği cevaplar, sorduğu sorulardan da çocuklarıyla eş tuttuğunu, gelecek için bize umutla baktığını gözlerinden okuduğumuz;  gördüğüm, bildiğim, hatırladığım Sennur Sezer. O uzaktan da olsa yıllardır takip ettiğim, yazdıklarını okuduğum diğer yanıyla da güzel günlerin sesi, şarkısı, şiiri ve dev bir mücadele azmiydi benim için. Öyle hatırlıyorum. 

O günler yaşandı, o umutlar bitti, başka şeyler inşa edildi. Yeniden bazı şeyler umut edildi, kurulmaya çalışıldı, tam da olamadı.Bugünlerde bahsini geçirdiğim filmlerde de seslerini duyabileceğiniz, hissedebileceğiniz gibi onlar da yıkılıyor. Sarmaşıklar arasından ablukalara alınıyor gibiyiz. Kimse dışında kalamayacak gibi bunun. Bir döngü mü, daha mı beteri yoksa diye düşünmeden yazının en başında Murat Özyaşar’ın da dediği gibi: “Ateş düştüğü yeri aydınlatır,” demek lazım. Gariptir ki neredeyse aynı ruh halleriyle memleketin diğer köşesindeki sesler, filmlerdekine, onlar da daha geçmişteki seslere bağlandı. Kitaplarla dolu bir evde, çoluk çocuk kemanla şarkılar söylememize, sincaplara ve oradan da zamansız kayıplara kadar uzandı. 

İnanın o koronun bir yazıda adı geçmese, ben bile hayal olduğuna inanacaktım bugün. O sincaplar yok, uzun zamandan beri. Onları koruyup, kollayan, besleyenler de çekiliyor bir bir. Ama ne kadar saklasak da, gizlesek de yolda yürürken bile o keman sesiyle süslü ormanların gümbürtüsü hep içimizde, serde sincaplık var kaybolmuyor kolay kolay.

Foto Altı: 21 Nisan 1979- Kırmızı Sincaplar, Spor ve Sergi Sarayı’ndaki Maden-İş Sendikası Çocuk Şenliği Konserinde.

ÖNCEKİ HABER

Dönülmez faşizmin ufkundayız*

SONRAKİ HABER

Bereketli bostanlar yok olurken...

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa