01 Şubat 2016 01:01

Yrd. Doç. Dr. Seda Altuğ: Türkiye, Suriye’de ‘üçüncü yol’a karşı

Katılımcıları konusunda kriz yaşanan, pazarlıklar, kulisler devam etse de sonuç alma ihtimali öncekilerden daha zayıf görülen Cenevre 3’ü, Suriye ve Ortadoğu başlıklarında uzman akademisyenlerden Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Seda Altuğ’la konuştuk.

Paylaş

Serpil İLGÜN

“Çanakkale'nin Ayvacık ilçesinde yasa dışı yollardan Yunanistan'ın Midilli Adası'na gitmek için denize açılan yabancı uyrukluları taşıyan teknenin batması sonucu ilk belirlemelere göre 5'i çocuk 35 kişi hayatını kaybetti...” İsviçre’nin Cenevre kentinde 29 Ocak’ta başlayan Suriye Barış Görüşmeleri’ne ne hemen her gün Ege’de boğulanların, ne de Suriye içinde açlıktan ölenlerin çığlığı ulaşmadı.
Evet, bugüne kadar 250 binden fazla Suriyelinin hayatını kaybettiği, 5 milyona yakınının sığınmacı konumuna düştüğü vekalet savaşında güçler dengesinin nasıl şekilleneceğinin görüşüldüğü Cenevre 3’te halk yok. Dünyanın görüp görebildiği en barbar örgütü IŞİD’e karşı savaşan, Suriye’de birlikte yaşamı savunan Demokratik Suriye Meclisi bileşenlerinden Demokratik Birlik Partisi de (PYD) yok. Kimler var? ABD, Rusya gibi “büyük ağabeylerin” gözetiminde Suriye’de taş üstüne taş koymayanlar, rejim güçleri ile Türkiye, Suudi Arabistan, Katar üçlüsünün oluşturduğu İslamcı-Selefi muhalefeti de içine alan Yüksek Müzakere Heyeti var.
Katılımcıları konusunda kriz yaşanan, pazarlıklar, kulisler devam etse de sonuç alma ihtimali öncekilerden daha zayıf görülen Cenevre 3’ü, Suriye ve Ortadoğu başlıklarında uzman akademisyenlerden Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Seda Altuğ’la konuştuk.

Günlerdir, “Cenevre görüşmeleri olacak mı, kimler katılacak, masa nasıl kurulacak” soruları etrafında konuşulan Suriye meselesinde, Suriye halkı ne düşünüyor, ne istiyor sorusu yer bulmuyor. Zaten bunu yansıtma imkanını taşıyan tek yapı olan PYD’de de görüşmelere alınmadı. Suriye halkının durumu cephesinden neler aktarabilirsiniz?

Hakikaten Suriye sanki boş bir gösterge, insansız, tarihsiz, yaşamsız bir toprak parçası. Öyle ki bölgesel ve küresel egemenlik mücadelesinin üzerinde cereyan ettiği ve bu mücadelenin tekrardan üretildiği bir saha haline gelmiş durumda. Ve maalesef Suriyeliler bahsettiğimiz bu mücadele içindeki etkin ve belirleyici politik fâilliklerini büyük ölçüde kaybetmiş durumdalar. Savaş 300 bine yakın can kaybı, yaralıları, cezaevindekileri,  müthiş bir dış göç, ülke içinde zorunlu göç ve virane olan yaşam alanlarıyla müthiş bir yıkım getirdi. Kobanê’yi dışında tutarsak Rojava bu halden bir miktar azade kalmış durumda. Bir korku cumhuriyetine dönmüş Esad rejimine mutlak sadakat şartıyla, gittikçe zorlaşan iktisadi koşular altında yaşanan Esad kontrolü altındaki bölgeler de bu viran halden muaflar. Öte yandan, radikal Sünni İslamcı veya selefi, rejim karşıtı silahlı grupların dayattıkları “sivil” yönetim ve katı şer’i uygulamalar altında yaşayanlar, sivil/asker ayrımı gözetmeyen Esad  rejimi bombardımanlarından kaçmaktan  başka çare bulamıyorlar. Kaçtıkları yerler ise mülteciler için açık bir hapishaneye dönüşmüş olan Türkiye veya komşu Arap ülkeler veya bin bir macerayla ancak varılabilen batı ülkeleri oluyor. Çoğunun istediği elbette bu savaşın durması ve can güvenliği, adalet ve eşitliğin olduğu bir ülkede yaşamak olduğunu düşünüyorum. Kürtlerin siyasi statü talebi bâki, dini azınlıkların da anayasal korunma talebi. Fakat, belki Rojava’yı dışında tutarak diyebiliriz ki toplumda bir geleceksizlik ve umutsuzluk hali hâkim. Batıya karşı güvensizlik ve Suriyelileri temsil ettiğini iddia eden muhalif (silahlı/silahsız) yapılara karşı da inançsızlık ve memnuniyetsizlik olduğunu görüyoruz. Toplumsal aktörler bu egemenlik savaşı ve diplomasisi içinde sessizleştirildiklerini düşünüyorlar.

Cenevre’de yaşanan krizin asıl olarak ABD ve Rusya arasındaki çekişmeden kaynaklandığı belirtiliyor. Paylaşımın nasıl yapılacağı kavgası mıdır izlemekte olduğumuz?

Tabii, esas kavga Suriye pastasından kimin daha fazla pay sahibi olacağı ve daha da önemlisi bunun üzerinden sağlanacak bölgesel ve küresel egemenlik. Suriye’de ABD, Katar, Suudi Arabistan, AB ülkeleri, Rusya, İran, Türkiye… bunların hepsinin birtakım siyasi, ideolojik ve iktisadi çıkarları var. Çıkarları gereği zaman zaman ittifaklar yapan, zaman zaman çatışan bu taraflar arasında -ve tarafların /cephelerin kendi içinde- savaş devam ediyor. Cenevre 1, Cenevre 2 ve  Viyana görüşmeleri, bunların hepsi bu aktörler arasındaki güç paylaşma hamleleri. Bir o kadar önemli olan da Suriye’deki güç paylaşımının kürsel ölçekte açacağı yeni nüfuz alanları. Tam da bu yüzden Suriye meselesi bir türlü çözülemiyor. Daha önce şöyle deniyordu: Suriye’de İran ve Rusya’nın başını çektiği tarafla, Türkiye’nin de içinde olduğu gittikçe radikalleşen ve konsolide olan Sünni cephe anlaşırsa, Suriye meselesi istikrara kavuşacak. İstikrara kavuşacak olması toplumsal barışı ve adaleti getirmiyor elbette. Ama en azından ateşkes olacak ve belli bir normalleşme olacağı düşünülüyordu. Fakat 2015’ten itibaren Rusya’nın aktif olarak sahaya inmesi ile birlikte Suriye savaşının çehresi değişti. Yine 2015’te iki hasım güç olan İran ve ABD nükleer anlaşma yaptılar. Sonrasında, ABD ve Rusya arasında yakınlaşma görmeye başladık. Kısacası, bu büyük güçler arasında sınırlı da olsa belli yakınlaşmalar olmasına rağmen kan gölü gördüğümüz gibi çok çok daha artmış durumda. Bu derece keskin ve istikrarsız uluslararası düzen, parçalı muhalefetler ve bölünmüş bir toplumda sürdürülebilir bir çözüm bulmak çok zor.  

ABD ve Rusya arasındaki “daha fazla anlaşmaya” şu da dahil mi? Daha önce Viyana’da üzerinde uzlaşılan geçiş dönemi meselesinde ABD ve Rusya ortaklığında değişikliğe gidildiği, buna göre artık Suriye’de geçiş hükümetinden değil, ortak hükümetin oluşturulması yönünde bir eğilimin geliştiği, özellikle Riyad toplantısına katılan muhaliflerin itirazlarının bir ayağını da bunun oluşturduğu söyleniyor...

Evet, ABD ile Rusya arasındaki ittifakın sonuçlarından bir tanesi bahsettiğiniz durum. Daha önceki şarta göre, bir geçiş hükümeti kurulacak ve Beşşar el-Esad belirli bir süre sonunda -bu üç ay olabilir, altı ay olabilir- yönetimden çekilecekti. Fakat Cenevre 3’te böyle bir şart yok. Esad’ın gideceğine dair bir taahhüt verilmemiş oluyor Esad karşıtı muhaliflere. Geçiş hükümeti yerine bir ortak hükümetten, yani Esad hükümetiyle muhaliflerin birlikte kuracakları bir hükümetten bahsediliyor. Ki bu fiilen tamamiyle imkansız. Cenevre 3’e muhaliflerin itirazlarının önemli bir sebebi bu. İkincisi de, görüşmelerin başlaması için birtakım şartların yerine getirilmesini istiyorlar. Nitekim, Riyad’da başta Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) olmak üzere Sünni ülkelerin bir araya gelerek oluşturduğu Yüksek Müzakere Heyeti (YMH) Cenevre’ye gitmek için şu şartları ileri sürmüştü: Ateşkes olsun, Esad hükümeti kentlerdeki kuşatmaları kaldırsın, sivillere insani yardımlar ulaştırılsın ve tutuklular serbest bırakılsın. Oysa Cenevre 3’e şartsız masaya davet edildi muhalifler. Bunun üzerine “biz gelmiyoruz” dediler ama diplomasiden gelen son haberlere göre YMH, Cenevre’de olacakmış. Riyad grubu dediğimiz grup, bahsettiğimiz gibi Suriye’deki vekalet savaşına taraf olan Sünni ülkelerin kurduğu İslamcı bir koalisyon ama ilginç olan şu ki, bu süreçte çoğulcu ve demokratik bir Suriye yanlısı olan seküler- rejim karşıtı gruplar, kişiler ve STK’lar ilk defa batıya hitaben deklarasyonlar yayınladılar.“Cenevre 3’e katılmıyoruz, Cenevre 3 bizlerin 2011’de başlattığımız haysiyet ve özgürlük devriminin değerlerini sahiplenmiyor” diyen bildirilerle kendi geleceklerini özgürce tayin etmek istediklerini bildirdiler. Bu yeni ve bence çok önemli bir gelişme.

AKP Hükümetinin nicedir propagandasını yürüttüğü Bayırbucak Türkmenleri cephesinde durum ne? Zira AKP, “mutlaka masada yer almalılar” diye bastırıyor…

Bastırıyor çünkü Türkiye Suriye’deki vekalet savaşını yürütecek araçlar arıyor. Bu noktada Türkiye’nin dönemsel olarak değişen farklı İslamcı selefi grupları lojistik ve politik olarak desteklediği artık herkesin malumu. Türkmen cephesi ise en başından itibaren Türkiye’nin kendi mezhepçi ve Kürt karşıtı politikalarını uygulamak için kullandığı gruplardan biri. Ama Türkmenler de politik olarak yekpare değiller; onlar içinde de selefi grupların parçası olanlar, veya daha radikal İslamcı grupları destekleyenler var Zaten Türkiye’nin Esad sonrası Suriye tahayyülü İslamcıların yönetimde olduğu, tekçi zihniyetle yönetilen bir Suriye. Desteklediği gruplar da İslamcı-mezhepçi siyasi projeye sahip olan gruplar.

CENEVRE ANLAMSIZLAŞTI
PYD’nin Cenevre’ye katılmasına karşı çıkan AKP Hükümeti, PYD’nin görüşme daveti almamasını bir “zafer” olarak sundu. Bu hakikaten AKP’nin zaferi mi? Zira PYD Eş Başkanı Salih Müslim “Türkiye’nin bunda etkisi negatif” diyor ve esas olarak Rusya ve ABD’yi işaret ediyor.

İki ayrı yorum var bu konuda. Bir yoruma göre, “Türkiye diplomasisi kazandı”. İkinci yorum ise “Türkiye diplomasisi zaman kazandı” şeklinde. Bu iki yorumda da doğruluk payı var. Fakat, PYD’nin olmaması ile Cenevre görüşmeleri anlamsızlaştı. Rejim karşıtı demokrat kesimlerin ve hatta İslamcılarının da katılım şartlarının kabul edilmemesi ile Cenevre görüşmeleri baştan ölü doğdu. Guardian gazetesinin 2 gün önceki başyazısının başlığı “hileli diplomasi diploması değildir” idi. Ben de buna katılıyorum. Cenevre’de kerhen toplantılar, görüşmeler yapılabilir ama gerçek temsilciler masada olmadığında ne müzakere edilecek?
“AKP, Suriye’de Kürt oluşumuna asla izin verilmeyeceği ve PYD’nin “terörist” olduğu söylemini son aylarda daha fazla dillendiriliyor çünkü PYD’nin güç kazanması, AKP’nin Kürt illerindeki saldırganlığını anlamsız kılacaktı” tespitine katılır mısınız?
Türkiye’de savaşın yeniden başlamasıyla birlikte PYD’nin terörist örgüt olduğuna daha fazla vurgu yapılıyor. PYD-YPG Türkiye için ilk günden itibaren uzlaşılmayacak bir güç olarak görüldü. Böylece koca bir halkın iradesi inkar edilmiş oldu. PYD Ağustos 2012’de Rojava’da yönetimi ele aldığı günlerden itibaren terör örgütü olarak ele alındı ve Suriye Kürtlerinin meşru ve siyasi bir temsilcisi olarak kabul edilmedi. Türkiye’nin Suriye Kürdistan’ına dair politikası, böl ve yönet stratejisi üzerine kurulu. Bu politikayı diplomatik ve askeri araçlarla gerçekleştirmeye çalışıyor Türkiye. Fakat bu başarısız oldu. Özellikle de İŞİD’e karşı Kobanê’nin zaferi ve ABD-PYD askeri ortalıkları sonrasında PYD’nin batıda artan itibarı sonrasında Türkiye’nin başarısızlığı daha da belirginleşti.

Başbakan Davutoğlu, “Kürtlere değil, PYD’ye karşıyız” dedi ve gerekçesini de şöyle açıkladı; “giderlerse masada bizi kötüleyeceklerdi!” Nasıl yorumlarsınız bu gerekçeyi?

Dediğimiz gibi Türkiye devleti -çünkü bu sadece AKP hükümetine has bir şey değil, Türkiye’nin resmi devlet politikası 1923’ten beri böyle-, kendi sınırları içinde olduğu gibi, kendi sınırları dışında da özerk bir Kürt yönetiminin kurulmasına karşı. Çünkü devlet için  Türkiye Kürdistanı’nın yönetilebilmesi Rojava’nın da kontrol altında tutulmasıyla ancak mümkün. Türkiye-Suriye sınır politikaları ta cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllardan beri bu temelde şekilleniyor. Esas mesele bu. PYD, “ben yekten rejimle savaşan tarafta değilim, ama rejimin askerliğini de yapmıyorum. Ben 3. yolu, demokratik, eşit, laik bir anlayışı benimsiyorum” diyor. PYD Demokratik Suriye Konseyi’nin bir parçası. Bu koalisyonun  çoğu da zaten üçüncü yolcu gruplar. Türkiye 3. yol anlayışına da tahammül etmiyor. Türkiye, politik olarak anlaştığı Suriyeli Kürt partilerinin, ki bunlar ENKS adı altında örgütlenmiş durumdalar, Cenevre’de olmasında bir beis görmüyor. Türkiye kontrolünün kendinde olduğu , yönetebildiği, politik ve ideolojik olarak kendi çizgisindeki Kürtlerin genel bir Suriye muhalefeti içinde “temsil” edilmesinde yani aslında Kürt kimliğinin mas edilmesinde bir beis görmüyor.

ABD-PYD İLİŞKİLERİ BOZULMAZ
Hem Rusya, hem ABD, PYD’nin daha sonraki aşamada görüşmelerde olacağını söylüyor. Bu bir tür oyalama, gönül alma taktikleri mi?

Bence öyle. PYD’ye “biz seni saf dışı etmedik, seni cepte tutuyoruz, fakat şu andaki koşullar, Türkiye’nin Kürt karşıtı, anti-PYD tavrı, senin buraya özerk bir aktör ve müzakereci sıfatıyla gelmene imkan tanımıyor. Ama senle IŞİD karşıtı koalisyonda yer almaya devam ediyoruz, senden vazgeçmedik” mesajı veriliyor.

PYD’nin Cenevre’ye davet edilmemesinin, PYD -ABD ilişkilerini olumsuz etkileyeceği, PYD’nin Rusya ile daha fazla yakınlaşacağına ilişkin yorumlara katılır mısınız?

Bu tür kesin yorumlar yapmak için bana kalırsa henüz erken. Suriye ve rojavanın geleceği için müzakere ve mücadele devam ediyor. Aynı şekilde İŞİD karşıtı koalisyonda da çatırdama yok.  Rusya’nın PYD’ye dair olumlu tavrına, ABD’nin de IŞİD’le mücadeleyi PYD ile yürütmeye devam edeceğini düşünüyorum. PYD’yi etkin ortak olarak gören ABD’nin, PYD ile ilişkilerinin şu noktada bozulacağını çok zannetmiyorum.

ROJAVA’NIN GELECEĞİNDE TEK BELİRLEYEN TÜRKİYE DEĞİL
PYD’nin Cenevre’de olmaması, Türkiye’deki savaşa nasıl etki eder?

Öncelikle bu tutum, Türkiye’de barış masasının kurulmasının hemen önümüzdeki günlerde gerçekleşmeyeceğine ilişkin bir kanı uyandırıyor insanda. Hakikaten sınırın iki tarafının istikrarı da, özgürlüğü de bir düzeyde bir diğerine bağlı, yani Rojava’nın durumu  Türkiye’deki müzakere masasına bağlı ve bunun tersi de doğru. Ama şunun da altını çizmek istiyorum: Rojava’nın bugünü ve geleceği Suriye içindeki gelişmelere de bağlı. Yani Türkiye Kürdistan’ındaki gelişmeler tek belirleyici değil. Dolayısıyla Şam merkezli Suriye’deki politik, iktisadi ve sosyal gelişmeler Rojava’yı birebir ilgilendiriyor.

Bu gelişmelerden biri de haftaya yapılacağı söylenen Cerablus operasyonu.

Kesinlikle.

Cerablus’a operasyon haberleri yeni değil kuşkusuz ama tam da Cenevre görüşmeleri döneminde yoğunluk kazanmasının bir mesajı var mı?

Bence var. Cerablus’a operasyon haftaya veya ondan sonraki hafta olabilir, bu ayrı. Cerablus’a girilmesi Türkiye’yi tabii ki Kürt meselesi üzerinden fazlasıyla yakınen ilgilendiriyor. Fakat, “Haftaya IŞİD oradan tamamen kovulacak, onun yerine PYD gelecek” gibi sansasyonel ve infial uyandırcı haberler Cenevre toplantısı öncesi özellikle yapılan haberler bana kalırsa. Bu tür büyük uluslararası toplantılar öncesinde savaşan taraflar müzakerede ellerini güçlendirmek için her zaman bir güç gösterisi ve medya performansı yapıyorlar. Bunun bedelini halklar canlarıyla halklar ödüyor. Nitekim Suriye’de son haftalarda can kaybı misliyle arttı.

SURİYE’DE ER GEÇ KÜRT YÖNETİMİ KURULACAK
Cerablus’un IŞİD’den alınması Suriye’de nasıl sonuçlara yol açacak?

Bir kere Kobani ile Afrin kantonları arasında bağlantı kurulmuş olacak ve Türkiye muktedirlerinin korkulu rüyası olan güney sınırlarında bir Kürt yönetimi kurulmuş olacak. Bu durum, IŞİD’in gücünü  kesinlikle zayıflatır. Suriye’deki iç dengeleri değiştirir. Arap milliyetçi ve İslamcı muhalefetinin hakim millet hissiyatını değiştirmesini zorunlu kılar. Şunu söyleyebiliriz ki, bu noktadan sonra Suriye’de er ya da geç Kürtler siyasi bir statüye sahip olacaklar. Belki kısa vadede olmayacak, ama şu anki fiili durumdan yola çıkarak iddia edebiliriz ki yeni Suriye’de Kürtlerin anayasada tanınan özerk bir statüleri olacaktır. Bu mesele sahadaki aktörler ve toplum tarafından da eskisine göre çok daha fazla tartışılmaktadır.

Türkiye Hükümeti bunun farkında olduğu için mi PYD’ye bu kadar öfkeleniyor?

Biliyorsunuz, dış siyaset her zaman iç siyasetle etkileşim içinde şekillenir. Türkiye’nin Türkiye içindeki Kürt politikası ile örneğin Rojava’da yaşayan Kürtlere yönelik politikaları hep paralel olmuştur. Aynı şekilde, AKP’nin Türkiye’de izlediği savaş politikası, Suriye sınırına gelince durmamaktadır. Suriyeli Kürtler söz konusu olduğunda yine aynı politikanın farklı bir veçhesinin farklı araçlarla uygulandığını görüyoruz. Cenevre 3’e PYD’nin temsilci sıfatıyla katılmaması için yapılan diplomatik baskı ve kullanılan söylemlere bakıldığında bu durum daha rahat görülecektir. Bana kalırsa Türkiye gerek ülke içinde, gerekse Suriye’de sıkışmış durumda. Desteklediği grupların Suriye’nin geleceğine dair sürdürülebilir siyasi ve toplumsal bir projeleri yok. Evet, topla tüfekle savaşıyorlar, fakat bu savaşta -özellikle Rusya’nın savaşa asker olarak bilfiil girmesini takiben- Türkiye’nin desteklediği silahlı gruplar, gerek kuzeyde gerekse de güneyde ciddi anlamda mevzi kaybediyorlar. PYD meselesinde ise yine gerek Rusya, gerek ABD, farklı sebeplerle de olsa Türkiye’nin pozisyonunu benimsemiyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Suriye’ye müdahil olma biçimi orta ve uzun vadede sürdürülebilir bir pozisyon değil.

KİMSE KİMSEYİ BİR GÜNDE SİLMİYOR
ABD Başkan Yardımcısı Biden’in AKP’yi, PYD konusunda ikna etmek için Türkiye’ye geldiği; ifade özgürlüğü ve çözüm sürecine yeniden dönme vurgularının, AKP’yi sıkıştırma hamlesi olduğu yorumları yapıldı. Fakat ortaya çıkan fotoğrafa bakıldığında, Biden’in Türkiye’yi ikna etmediği anlaşılıyor. Ne dersiniz?

Fazlasıyla dinamik ve neredeyse her gün yeni bir kıyım haberiyle sarsılan bir bölgenin yaşayanları olarak kendi bulunduğumuz noktada cereyan eden güncel gelişmelerden yola çıkarak bazen çok hızlı ve keskin yargılara varabiliyoruz, “ABD Türkiye’yi sildi” veya batı  Türkiye’nin yanında” gibi. Halbuki, tarihte bugün içinden geçtiğimiz türden çatışma/statükonun yeniden-kuruluş dönemlerine baktığımızda gördüğümüz şey hiçbir ülkenin bir diğerini tekil bazı sebeplerden dolayı bir günde silmiyor ya da bir günde taltif etmiyor olduğudur.  

Mesela?

Mesela, Adana İncirlik Üssü’nün Eylül ayında İŞİD karşıtı uluslararası koalisyona açılması AKP-ABD ilişkilerinde bir kırılma noktası. Yine Suriyeli mülteciler meselesi, yani, AB’den alacağı üç milyon Euro ve çeşitli imtiyazlar karşılığında Suriyeli göçmenlerin Türkiye’de statüsüz bir şekilde kalması ve Avrupa’ya geçişlerinin engellenmesi Avrupa ile AKP hükümetinin arasının “iyileşmesinin” en önemli dinamiklerinden biri oldu. Kısacası, İŞİD konusunda Türkiye’nin batıya verdiği taahhütler ve Türkiye’nin Avrupa’nın sınır zabıtı rolünü üstlenmesi belli ki batının Kürt illerinde süregiden savaşa sessiz ve dolaylı da olsa onay vermesi sonucunu doğurdu. Ama küresel ve bölgesel dengelerin yeniden kurulduğunu ve Türkiye’nin mevcut politikalarını devam ettirme ısrarı yüzünden yeni denklem içinde mevzi kaybetmekte olduğunu da gözden kaçırmamalıyız. Rusya’nın savaşa aktif dahli ve ABD ile yakınlaşması ile birlikte uluslararası statükonun geçirdiği değişim sancısı, bölgesel dengelerin (Suudi-Yemen savaşı ve İran-Suudi çatışmasında Suudi’lerin kaybeden tarafta olmasıyla) birlikte yeniden yapılanıyor olması, PYD’nin uluslararası statüko tarafından siyasi bir aktör olarak itibar görmesi gibi gelişmeleri de gözeterek Türkiye’nin çatışmacı pozisyonunun destek görmeye devam etmeyeceğini iddia edebiliriz.

AVRUPA SURİYELİLERİN MÜLTECİ STATÜSÜNÜ ALMASINI İSTEMİYOR
Avrupa’nın istemediği, Türkiye’nin mülteci statüsü vermediği Suriyeli göçmenler için AKP Hükümeti “savaş bitince ülkelerine gidecekler” diyor. Suriye’de savaş yarın sona erse bile yıkılmış, yakılmış, keza üçe, dörde bölünmüş bir ülkede yeni bir yaşam kurmak ne kadar mümkün olacak?

20. yüzyıldaki benzer savaş ve göç hareketlerine baktığımızda geri dönüşlerin sınırlı olduğunu görüyoruz. Geri dönüşleri belirleyen faktörler hem esas ülke, hem de iltica edilen ülkedeki koşullar ve istikrarın sürekliliğine dair duyulan güvendir. Elbette bazı geri dönüşler olacaktır, ama böylesi bir siyasi istikrarsızlığın ve belirsizliğin hüküm sürdüğü bir coğrafyada batıya gidenlerin büyük ölçüde, en azından kısa ve orta vadede dönmeyeceklerini iddia edebiliriz. Aynı şey Türkiye veya Ürdün’de mülteci kamplarında veya Lübnan’da veya Türkiye’de ağır sömürü koşulları altında veya nispeten iyi koşullarda yaşayan Suriyeliler için de geçerlidir. Dolayısıyla hükümetin bir an önce onlara “yaşamlarını bahşeden kurtarıcı” rolünden sıyrılıp, uluslararası hukukta karşılığı olan bir statü vererek Suriyelilerin hukuki durumlarını düzenlemesi gerekmektedir. Daha da önemlisi ise mülteci sorunun ortaya çıkmasının ana sebebi olan Suriye’deki savaşın sonlanmasıdır. Bu savaş bu şekilde devam ettikçe mülteciler gerek batının, gerekse Türkiye’nin elinde ülke içinde yürüttükleri güvenlik/savaş politikalarını yürütmek için kullandıkları birer koz olacaklardır. İçinde bulundukları toplumla olan ilişkileri de bu çerçevede belirlenecektir.

Gittikleri yerlerde milliyetçi, ırkçı tepkilerle karşılaşmaları da cabası…

Evet. Avrupa’daki ırkçı tepkiler zaten uluslararası basında çokça yazıldı. Türkiye sanki göçmen karşıtlığı ve ırkçılıktan muaf bir ülkeymiş gibi lanse ediliyor ama durum tamamiyle bunun aksi. Türkiye’de de farklı düzeylerde, zaman zaman toplu linçlere kadar varabilecek ciddi bir göçmen karşıtlığı, Suriyeli düşmanlığı ve ırkçılık var. Bunlar üzerine çalışan birçok kurum var artık. Bu kurumların raporlarına baktığımızda gördüğümüz şey, artan kiralar, düşen ücretler ve daralan emek piyasasının yanı sıra Türkiye’de zaten çok yaygın olan kültürel ırkçılığın da bu düşmanlıkta önemli bir rol oynadığı. Bu da bize bir defa daha Türkiye’de mültecilik yasasının çıkarılması gerektiğini ve alt yapı yatırımlarının arttırılması gerektiğini hatırlatıyor. Demin de bahsettiğim noktanın tekrar altını çizmek istiyorum: Göçmen karşıtı ırkçı tepkilerin azalması ancak mülteci sorununa yol açan savaşların ve eşitsizliğin ezilenlerin lehine son bulması ve bu savaşların tarafları olan devletlerin savaş politikalarını değiştirmeleri ile mümkündür.

ÖNCEKİ HABER

Kışlada eziyet ve ihmal ölüm getirdi

SONRAKİ HABER

'Renault’daki kıvılcımı büyütelim'

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa