Kenar mahallede bir Ahmet Erhan
C. Hakkı ZARİÇ
Şairler başkaldırın! Şairler başkaldırın! Şairler başkaldırın!
Bu defilede hiç değilse boyunuz uzun
görünür…
Akdeniz’in uzayıp giden portakal bahçelerinden Ankara’nın ayazına geldiğinde kimbilir hangi düşlerin sabahına uyanıyordu Ahmet Erhan. Hangi gecelere konuk oluyor, hangi satırların altını çiziyordu kimbilir? Bozkırın sokaklarında naranciye kokusunu arıyordu belki de kenar mahallede kostak adımlarla dolaşıyor, yorgun gözlü işçilerin pazar sabahına tanık kılıyordu kendini. Babasından kalan adı oğluna ulaştıracağını düşünüyor muydu o sıralar, yoksa “Alacakaranlıktaki Ülke”nin çıkmazında mıydı? Ülkenin gözlerine saplanmış oklardan sızan kana bizi tanık etmek için sözcükleri mi yoruyordu? Dar odalarda beyaz kâğıtlara şiir mi yazıyordu, son demine kadar kullandığı kurşun kalemlerden birinin daha ömrüne kıyarak soyunuyor muydu kendinden?
. . .
Esat’ta kendine konuk olduğu geceler çoğaldıkça, şiirin soluğunu insana ve doğaya armağan etmeye çırpınır. Zordur! İlk kitabıyla dimdik durmak her şaire nasip olmamıştır memlekette. O kitap ki, yayımlandıktan kısa süre sonra dağda öldürülen gerillaların da ceplerinden çıkan mühimmatlar arasında, devletin tutanaklarına geçecektir.
Boşluğa da bakabilir Ahmet Erhan kuruyan bir ağacın dallarına da… Meydanların sessizliğini de dinleyebilir bir insanın karmaşasını da… Yakası kalkık paltosunun içine de sığınabilir Sakarya’da külüstür bir birahanenin çıkmazına da… Her şey şiir olur onun baktığı yerde, hayatla emzirir şiirlerini. Bundan belki de okunduğunda hemencecik “bunu ben de yazarım” gibi çetrefil bir izlenim bırakır insanda. Ama o güçlü sesi yakalamak ve Sinoplu balıkçıyı Diyarbakır’da anlaşılır kılmak her şairin harcı değildir.
Şiiriyle var olmaya çalışan ender şairlerden biridir Ahmet Erhan. Oturumlarda, panellerde, festivallerde boy göstemez fazla. Üç-beş şiir dolaştırır ceplerinde mecbur kaldığında okumak için. Sonra kendi ıssızlığına çekilmek için koşar evine. Kendi için kendi adına var olmak değildir niyeti, yazdıklarının önüne geçmek, kendini yazdıklarıyla yarıştırmak istemez asla. Şairliği şiirinden önce gelmez. Şiiri vardır önde. Tabutları şiiriyle omuzlar ve bir halkın kanadığı yerde ses verir dizeleri. İçimizden biridir, mahcuptur, kısık seslidir. Konuk olmak istemez, rahatsız etmekten çekinir. Konuk etmek ister elinde avucunda ne varsa önüne sermek için.
Lirik bir şairdir; ama toplumcu olmadığını kimse iddia edemez. Gecenin dar sokaklarında kurşunlanırken de zehir zıkkım içkilerden ömrüne sarhoşluk biçerken de memleket sızlar içinde. Sokaklar sıkıyönetim, sokaklar cemse, sokaklar general doluyken elbette acının şiirini yazar; ama umutsuz değildir. Sözün ağrıdığı yerde umudun kapılarını aralar, insanın insana sevgisini yazar alt metinde, insanın insana zulmü sızlar içinde onun.
Çocukluğundan getirdikleri ve kendiyle hesaplaşması bitimsiz bir izlektir şiirlerinde. Kendiyle öyle yoğun dalga geçer ki, arkasından konuşacak cesaret bulamaz kimse. Zaten kendisi hakkında yazılabilecek her şey şiirindedir. Ömrünün röngenini çekip koymuştur önümüze dize dize. Kendinden büyük tehlike yoktur kendine. Kendiyle dalga geçmenin, kendini alıp yerden yere vurmanın, kendini alıp şımartmanın, kendini alıp odalara kapatmanın şiirini yazmıştır zaten. Ne böbürlenmiştir bunu yaparken, ne sakınmıştır kendini. Olduğu gibi, “kim ne der?” diye korkmadan. Erken çiçek açan erik ağaçlarının acısını içinde duyumsayıp bu acıyı tez elden sezecek birine ulaştırmaya çalışmıştır. “Herkes adam oldu ben şair oldum” deken gocunmamıştır bundan. Ne salya sümük duygu sömürüsüne yeltenmiştir ne de şair olmanın erdeminden pay biçmiştir kendine. Ustalıklı bir dil, ustalıklı bir ses ve dize uyumu, ustalıklı matematik ve müzikle yazmıştır şiirlerini. Olduğu yerde mutlu değildir, olacağı yer ütopyasıdır zaten. Ütopyanın içinde sakladığı o gizi yaşamak ister o da olmadığı yerde daha başka bir hayatın yaşanacağını bilir. Bunun şiirini yazarak kendine ve insana yanıt verir.
İçine yıldırım düşmüş gibidir Ahmet Erhan şiiri.
Dönem arkadaşları için ayrı ve özellikli bir yeri olduğu küşkü götürmez. Evden biridir, yabancılık çektirmez arkadaşlığıyla. Kime sorsan hem olta hem balık olmanın bütün kıyılarında ayak izlerinin olması bundandır belki de. Alnından süzülen ışık ölümün bütün soğukluğuyla yansır hayata. Orada yalnızlık da içeri girmek ister. Yükseklik korkusu onu şairler kanonunda alt perdede tutmaya yetmez kuşkusuz. Damarlarında gezinen alkolü kolonyayla sildiği için evde kabuk bağlayan yaralarını sokağa çıktığında rüzgâr örseler. Romantiktir üstelik. Melankoliktir. Yer yer erotik desek başımız ağırmaz.
. . .
İlk soluğunu Akdeniz’de ciğerlerine doldurup Anakara’da yüzleştiği gerçeklerin ağırlığını büyüten bir şair için İstanbul içinden çıkılmaz gibidir. İçine çıkılmaz gibidir hatta. Bir soru işareti gibi, bir salyangoz gibi kalır içinde insan. Ülker Sokak’ın dar odalarından Silivri’ye, oradan Beylikdüzü’ne deplase olunca da geçmedi içindeki Ankara ağrısı Ahmet Erhan’ın. Sivas’ta yakılan arkadaşlarını özledi ev içinde de ganyan bayiinde de. Kadehini yudumlayıp göğe bakarken Behçet Aysan, Metin Altıok ve hatta Uğur Kaynar sızladı içinde. Yurt edinemedi İstanbul’u. Varlığı da gömleğinin yakası da kabullenemedi İstanbul’u. Sesini yitirdi önce sonra büsbütün göçüp gitti.
Ölümüyle anılmak istemedi hiç. Bundan dolayı birkaç arkadaş her 8 Şubat’ta bir araya gelerek, annesinin hayırsızı şair için, ekmek mayalayıp mum yakar Akdeniz’e doğru.