Mahkum edildiğimizi değil hak ettiğimizi yaşayacağız
Bulunduğumuz her alanda, fabrikada, atölyede, okulda, mahallede, komşu sohbetinde, çay muhabbetinde söyleyeceğimiz söz budur. Güvenceli iş, barış dolu bir yaşam hakkımız! Kölelik koşullarında çalışmaya, savaşın ortasında yaşamaya mahkum değiliz! Çalışma hayatında haklarımızı yüz yıl geriye götürerek ekmek parası kazanmak için bizi köle haline getirenlere... Hayatın her alanını savaş alanına çevirip bizi korkuya, umutsuzluğa, yarından endişe duymaya iterek güvenle yaşama hakkımızı elimizden alanlara... Söylemleri ve uygulamalarıyla eşitsizliği derinleştirerek her an öldürülme, tacize tecavüze uğrama, baskıyla karşılaşma ihtimalimizi katlayanlara... Mahkum değiliz! Biz kadınlar mahkum edildiğimizi değil, hak ettiğimizi yaşayacağız. Bir araya gelip bunu başaracağız!

Sevda KARACA
Bulunduğumuz her alanda, fabrikada, atölyede, okulda, mahallede, komşu sohbetinde, çay muhabbetinde söyleyeceğimiz söz budur. Güvenceli iş, barış dolu bir yaşam hakkımız! Kölelik koşullarında çalışmaya, savaşın ortasında yaşamaya mahkum değiliz! Çalışma hayatında haklarımızı yüz yıl geriye götürerek ekmek parası kazanmak için bizi köle haline getirenlere... Hayatın her alanını savaş alanına çevirip bizi korkuya, umutsuzluğa, yarından endişe duymaya iterek güvenle yaşama hakkımızı elimizden alanlara... Söylemleri ve uygulamalarıyla eşitsizliği derinleştirerek her an öldürülme, tacize tecavüze uğrama, baskıyla karşılaşma ihtimalimizi katlayanlara... Mahkum değiliz! Biz kadınlar mahkum edildiğimizi değil, hak ettiğimizi yaşayacağız. Bir araya gelip bunu başaracağız!
Budanan bizim haklarımız
Tam 8 senedir dillerine doladıkları “müjde” yasayı bu sene çıkarabilmiş olmalarında bir bit yeniği olmalı. Patronların ve iktidarın 2008 yılında ortaya attığı “Aile ve İş Yaşamının Uyumlulaştırılması” meselesi bugün karşımıza “kısmi zamanlı çalışma” yani tam zamanlı kölelik, yasal bir zemine kavuşturularak, kurumsallaşarak çıktı. Kadınlar çocuk bakım yükünün sırtlarından alınmasını, güvenceli istihdam olanaklarının artırılmasını, yasal haklarının hayata geçirilebilmesi için denetim mekanizmalarının genişletilmesini beklerken iktidar, bütün hak gasplarını bir torbaya doldurarak karşımıza çıkardı.
Medyada “kadınlara yarı zamanlı çalışma müjdesi” diye yansıtılan yasanın içeriğine baktığımızda müjdeden ziyade kötü haber duyuyoruz. Yasal olarak var olan süt izni hakkımız ortadan kaldırılıyor. Hakkı yok edip, geri kalan çalışma süremizin adını “yarı zamanlı çalışma” koyuyorlar. İşçi kadınlar için günde 1,5 saat, memur kadınlar için 3 saat olan süt iznini ortadan kaldırıp, geri kalan sürede çalışmayı işçi kadınlar için sadece 1 saat düşürüp adına da yarı zamanlı çalışma koymanın neresi hak?
KİRALIK İŞÇİ OLMAYI HANGİ KADIN İSTER?
Bir de şu var: Kısmi zamanlı çalışacak kadından arta kalan zamanda, onun yerine kim çalışacak? Kısmi zamanlı çalışacak kadının yerini özel istihdam büroları –nam’ı diğer köle pazarları– aracılığıyla kiralanacak ve hiçbir iş güvencesi olmayacak kadın işçilerin dolduracağını, kadınların işte yükselme haklarının, sosyal haklarının budanacağını görüyoruz. Bu koşullarda işçi kadınların sendikalı olma şansları ise yok! Siz söyleyin; kiralanacak işçi olmayı hangi kadın ister?
Bütün bunlara rağmen kadınlara bir “hak” olarak sunulan bu çalışma biçiminin bile şartları var: Ancak 600 gün primi olan ve eşi çalışan kadınlar yarı zamanlı çalışabilecek. Biz biliyoruz ki işe giriş-çıkış yaptırmanın normal sayıldığı, işten atılacak biri varsa ilk kadınların atıldığı, kadınların çok büyük oranda yıllarca sigortasız çalıştırıldığı bir memlekette kadınlar için 600 günlük primi doldurmak deveye hendek atlatmaktan zor!
‘MÜJDE’NİN ŞARTI: ÇALIŞAN KOCA
Kısmi zamanlı çalışıp tam ücret alacağı söylenen, 600 gün primi ve çalışan bir kocası olması şartlarını sağlayan kadınların ücret ve prim yükünü ise yine işçiler üstleniyor. Çünkü kısmi zamanlı çalışmanın ekonomik yükü işçilerin ücretlerinden kesilip oluşturulan İşsizlik Fonu’ndan karşılanıyor. Bir tek işte iki kadını çalıştırarak “kadın istihdamını artırdık” diye yalan söyleyecek olan iktidar ise, kadın işçileri birbirine düşürmenin derdinde. Kadın işçi, kısmi zamanlı çalışma süresi bitip işe geri döndüğünde, kısmi zamanlı çalıştığı süre içinde kendi yerine istihdam edilen kadın işçinin sözleşmesi otomatik olarak feshedilecek. Kadınlara, başka kadınlar çalıştığı için işten atıldığı duygusu yaşatılacak.
Biliyoruz ki patronlar kendilerine “yük” gördükleri kadın işçileri istemezler. Çocuk bakım yükünün büyük kısmını omzunda taşıyan kadın işçiyi “yük” gören patron, işe geri dönen çocuklu kadın işçiyi işten atmanın ve yerine daha ucuza, daha az hakla çalışacak bir başka kadını işe koymanın hesaplarını yapacak. Devlet ise buna seyirci kalacak. Çünkü bu hakkı patronlara devlet veriyor! Kadın işçilerin haklarının tırpanlanmasının önünü açıyor. Patronlara kol kanat germekten geri durmuyor!
DAHA FAZLA GÜVENCESİZLİK, DAHA FAZLA GELECEKSİZLİK
Devlet gerçekten bir sosyal devlet olsa, kadınlara haklarını kullandırsa, patronların haklarımızı gasp edip etmediğini denetlese, süt izniyle, emzirme odalarıyla, her iş yerine kreş, her mahalleye ücretsiz çocuk bakım merkezleriyle kadın işçilerin anne olma haklarını kullanmalarının hayattan elini eteğini çekme anlamına gelmesini önleyebilirdi. Ama bunun yerine ne yaptı? Bir yandan “aile”ye kutsal derken, bir yandan kadınlara “çok çocuk doğurun, nüfusa ihtiyacımız var” derken, diğer yandan aşama aşama kreşleri kapattı, okul öncesi eğitimi Milli Eğitim’in bir parçası olmaktan çıkardı ve dini kurumlara devretti, patronların kreş açma zorunluluğunu ortadan kaldırdı, yaşlı bakım evlerini kapattı...
Yani önce kadınları, çocuk ve yaşlı bakımı sorununu kendi başlarına çözmek zorunda bıraktı, sonra da “madem kadınlar çocuklara ve yaşlılara bakmak istiyor, o zaman onlar için en uygun çalışma biçimi esnek ve yarı zamanlı çalışmadır” diyerek kadınları başka koşullarda tercih etmeyecekleri bir çalışmaya mecbur bıraktı. Oysa kadınlar güvenceli ve tam zamanlı çalışmanın hem bugünleri hem de gelecekleri için ne kadar önemli olduğunu biliyor! Kadınlar, eve kapatılmanın daha fazla yoksulluk, daha fazla şiddet, daha fazla geleceksizlik olduğunu, korkunç bir hayata mahkumiyet olduğunu biliyor.
Bu yasanın yaratacağı yıkımla, kadın işçilerin hakları yüz yıl geriye gidecek. Kadınlar güvenceli, tam zamanlı, kreşi, emzirme odası olan, sosyal hakları ve kıdem tazminatları güvence altında olan, ücreti yaşamaya yetecek işlerde çalışmayı hak ediyor!
BARIŞ EN DOĞAL HAKKIMIZ
Peki, hükümet ve patronlar 2008’den beri uğraşıp bir türlü çıkaramadıkları bu kölelik yasalarını nasıl oldu da şimdi çıkarabildiler?
Çünkü savaşın gürültüsü her şeyin sesini bastırır. Bugün yaşadığımız da bu! Kürt illerinde “güvenlik operasyonu” adı altında yürütülen savaş, kadınların ve çocukların evlerinin içinde, kapılarının önünde, hastaneye, okula giderken asker tankları, topları, tüfekleriyle öldürüldüğü, cenazelerin günlerce yerde kaldığı, bebek ölülerinin buzdolaplarına saklandığı, günlerce yiyecek içecek bulunamayan kentlerde süren abluka, sokağa çıkma yasakları ve zorla göç ettirme olarak yaşanıyor. “Terörle mücadele ediyoruz” diye bas bas bağıran iktidar, yaşamından memnun olmayan, “artık yeter” diyen, barış isteyen herkesi hedef alıyor. Vuruyor, tehdit ediyor, hedef gösteriyor, lince olur veriyor, susturuyor, korkutuyor. Yaşamımız bunlarla dolu. Her gün haberlerde birbiriyle çelişkili sözler duyuyoruz. Gerçeğin ne olduğu saklanıyor.
Bugünümüzden ve geleceğimizden endişe ederek sindiğimiz evlerimizde bile güvende hissetmiyoruz. Sokağa çıkmaya, aynı fikirde olmadığımızı söylemeye, ses çıkarmaya korkuyoruz. Daha doğrusu korkutuluyoruz. Ne zaman “yeter” diyecek olsak “canlı bombalarla”, “devletin güvenliği” sözleriyle, “gözaltı, tutuklama, ev baskını” furyalarıyla karşı karşıya bırakılıyoruz. Daha 1 sene önce IŞİD’e TIR’larla silah ve mühimmat gönderdiği ortaya çıkan hükümet, şimdi yaşanan her saldırıyı Suriye’de yaşanan savaşla açıklıyor. Daha 2,5 sene önce müzakere sürecinde konuşabildiğimiz barışı, Kürt Sorunu’nun çözümünü bugün ağzına alan “terörist” damgası yiyor. İşyerlerimizde, okullarımızda, mahallemizde arkadaşlarımızla konuşamıyoruz, tartışamıyoruz. 1300 liralık asgari ücreti vermemek için ince ince hesap yapan, asgari geçim indirimimize el koyan, işçiyi değil, patronu kollayarak yaptığı küçücük zammı işsizlik fonuyla karşılayan iktidar, kendi halkına tankla topla tüfekle, on binlerce askerle, inanılmaz paralar harcayarak saldırmaktan geri durmuyor.
Nasıl ki bir işçinin emeğinin karşılığını en iyi biçimde almak istemesi bir haksa, Kürtlerin tam hak eşitliği ve statü talebi de öylediler. Ama Kürtlerin eşit haklara sahip bir biçimde, anadilini konuşarak ve anadilinde eğitim alarak, hakları anayasal güvence altına alınarak yaşaması dünyanın en korkunç şeyi gibi sunuluyor. Tıpkı işçinin insanca yaşayacak bir işi ve hayatı istemesinin devam eden çarka çomak sokan en büyük tehdit olarak görülmesi gibi! Tıpkı kadınların eşitlik haklarının ve insanca yaşanacak bir hayatın sağlanmasını istemelerinin devam eden düzene tehdit olarak görülmesi gibi. Savaşın yarattığı yıkım hepimize, ama özellikle işçi ve emekçi kadınlara yüklüyor yaşananların tüm yükünü. İşte örneğin; kadın işçilerin haklarını yüz yıl geriye götüren bir yasa, savaşın tozu dumanı arasında meclisten geçirilebiliyor. İşçilerin asgari ücret zammını görmeden ücretlerini eriten zamlara karşı öfkesinin üstünü örtebiliyor. İşçilerin bu koşullarda çalışmak istemediklerini ortaya koyacakları en küçük bir kıpırdanma bastırılıyor.
Barış içinde yaşamak, gerçekleri konuşmak, tartışmak, bilmek hakkımız! Savaş insanlığa ait tüm değerleri yok ederken, susmamak, barış istemek sorumluluğumuz!
EŞİTLİK VE GÜVEN İÇİNDE YAŞAMAK İSTİYORUZ
Kadınlara karşı yürütülen bu topyekun savaşa bir de hiç gündemimizden düşmeyen bir başka savaşı eklemeliyiz; Şiddeti! Nasıl ki savaşın gümbürtüsü çalışma hayatımızdaki sorunlarımızı görünmez hale getiriyorsa, aynı koşullar her gün yaşadığımız aşağılanmayı, tacizi, tecavüzü, dayağı, baskıyı da görünmez hale getiriyor. Dahası, bu koşullarda yaşamak bu şiddeti meşrulaştırıyor. Çünkü bir kadını daha tamahkar hale getirmek, bir kadını daha da suskun ve çaresiz hale getirmek için onu işsizliğe, güvencesizliğe, korunaksızlığa, haksızlığa mahkum etmek gerekir. Bu koşullarda yaşamak, şiddetin her türüne açık hale getirir kadınları. Zaten en geri değerler yeniden hortlatılarak kadınları aşağı, ikinci, değersiz bir cins haline getirmek için elinden geleni yapıyor iktidar. Medyasıyla, yasasıyla, sözleriyle, uygulamalarıyla eşitsizliği pekiştiriyor. Kadınların güçlenmelerinin, kadınların “böyle hayat istemiyorum” demesinin önüne geçiyor.
Her gün 5 kadının öldürüldüğü, sokağa çıkmanın tecavüze uğramayı kabul etmek anlamına getirildiği, kadın katillerinin aklandığı, kadınlara şiddet uygulayanlara türlü gerekçelerle indirim yapıldığı bir memlekette kadınlara gelecek yoktur! Savaşın en çok kadınları ve çocukları hedef aldığı, savaşa harcanan paranın en çok kadınların ihtiyaç duyduğu olanaklardan kesildiği bir memlekette kadınlar güven içinde yaşayamaz! Şiddetsiz bir yaşam için devletin tüm olanaklarını seferber ederek kadınları koruması, yasaları, sığınakları, adalet mekanizması ile kadınları güçlendirmesi gerekir! Göstermelik düzenlemeler, lafı gelince söyleniveren “biz de şiddet istemiyoruz”larla çözülmez şiddet sorunu. Cezaları artırarak, kısasa kısas anlayışını pompalayarak, kadınlarla erkeklerin yaşam alanlarını ayırarak, gericiliği kendine kalkan ederek çözülmez. Şiddet, kadınların eşitsizliğinden kaynaklanan bir sorundur. Çözüm için her alanda ve her koşulda kadınların tavizsiz bir şekilde eşitlik haklarının gereğinin yerine getirmesi gerekir. Talebimiz budur.
Evrensel'i Takip Et