Bir göz ağlarken diğeri gülemez
Bir göz ağlarken diğeri gülmüyor. Gülemiyor. Kadınların dünyanın emeğini harcayıp dünyalık iyiliklere yine de kavuşamadığı, gün yüzü göremediği bu dünya halinde maraz var. Bu marazlı hal içimize bir umutsuzluk tohumu ekilmesine neden oluyor ha bire.
Ülkenin bir köşesinde sokağa çıkmalar süresiz yasaklandı, insanlığın tarihinin biriktiği kentler yağmalandı. Evler tarandı, aç, susuz, elektriksiz bırakıldı insanlar; ölüler gömülemedi buzluklarda saklandı. Kapı önüne, balkona, pencereye çıkanlar tek kurşunla, roketatarlarla vuruldu. Beyaz bayraklarla bebekler hastanelere yetiştirilmeye çalışıldı, güzel yüzlerinden vuruldular, o kadar çok ölüm o kadar çok ölü vardı ki küçücük canlarını sığdıracak bir morg bulunamadı da başka bir ölü canın koynuna konuldular. Bir vahşet bodrumuna yaralı bedenler sıkıştırıldı, “bir yudum su” diye inledi 17 yaşındaki bir genç kız, 10 bin askerini küçücük bir ilçeye yığmış devlet bir saat susturup silahlarını, açmadı “bizi bırakın, biz gidip alalım çocuklarımızı” diyen anaların yolunu. Öldü insanlar. Ölüyor insanlar... Soluksuz ve yaşamaksız bırakıldı Kürt halkı. Bir gözümüzde hep yaş var; dinmesine yıllardır hiç izin verilmeyen...
Ülkenin diğer köşesinde sokağa çıkmaya yasak yok ama sokağa çıkmaya korkar hale getiren bir karanlık hüküm sürüyor her yerde. Kapı önüne çıkana kurşun değmiyor belki ama kapı önü sohbetlerinde kurşun gibi ağır bir hal var. Fabrikaların çay molaları gergin, kampüslerde cadı avı sürüyor. Komşu komşunun kül olmasını seyrediyor da bir yudum su uzatamıyor inleyene. Emeğin kıymeti pula döndürülürken bir araya gelmeye mecal gösteren işçinin sesi tankın, topun, tüfeğin, hamasi “güvenlik” söylemlerinin altında bastırılıyor.
Bir göz ağlarken diğeri gülmüyor. Gülemiyor.
Kadınların dünyanın emeğini harcayıp dünyalık iyiliklere yine de kavuşamadığı, gün yüzü göremediği bu dünya halinde maraz var.
Bu marazlı hal içimize bir umutsuzluk tohumu ekilmesine neden oluyor ha bire. Sanki dünya döndükçe hep böyle olacak, içimizi çiçeklendirecek bir bahar günü göremeyecekmişiz gibi bir hal çöküyor üstümüze. Korkutuluyor, korkutuldukça kabuğumuza çekiliyor, biz kabuğumuza çekildikçe sessizliğimizden cesaret alanlar güçleniyor.
İktidar iktidar olalı beri ayrışma, bölme, nefret etme, yağmalama tohumu ekti bu topraklara. O tohuma iki gözümüzün yaşıyla su veriyor şimdi.
Toprağa ekilen tohumda başka bir bitkinin zuhur ettiği görülmemiştir.
Tam da bu nedenle kadınlar bu topraklara nefret tohumu ekenlere karşı umut tohumlarını yeşertmek için barışa ses verdiler ısrarlı çabalarla. “Ölümden değil, yaşamdan yanayız. Barış ve hakikat hakkımızı istiyoruz” diyerek bir araya geldiler. Yüzlerce kadın örgütü, binlerce kadın imzalarıyla, barış sözleriyle, umutları ve umutlarını gerçeğe çevirme çabalarıyla eşelediler toprağı. Barışa yeşillenecek dalları doğuracak tohumların bu toprakların göğsünde olduğunu bilerek. Çünkü kadınlar bu kadim toprakların kardeşlikten köklenen, ama beslenmediği için, can suyu verilmediği için kuru dal gibi kalan ağaçlarına baharın ancak el ele verildiğinde gelebileceğini gördüler, görüyorlar. Ev ev dolaşıp, pazarlarda standlar açtılar. Kimsenin korkudan sokağa çıkamadığı zamanlarda sokağı “Biz kadınlar barış istiyoruz” sesiyle doldurdular. Dergimizin sayfalarında bir işçi kadının dediği gibi; “Kampanya kadınların yüreklerine umut çiçekleri ekti.”
Bu dünya, dalları göğe mecalsiz yükselen ağacın yeşile, ala, mora, sarıya, beyaza, maviye uç vermesi için emeğe, birlikteliğe ihtiyaç duyduğunu bilen, bilip de bunun için kışın en ayazlı, en soğuk günlerinde el ele tutuşan kadınların yüzü suyu hürmetine baharı görecek...
Kapağımızdaki güzel resim, komşu topraklardaki kadınların bu kadim bilgiyle el ele vermelerinin resmidir. Balkanların kuzeyinde, Moldova’da kışın en soğuk, gündüzü en kısa gününde kuru dalıyla kalmış ağacı bahara ulaştırmak için, birlikte baharı görmek ve çiçeklenmek için kadınların yüzyıllardır yerine getirdikleri bir ritüelin resmi. Bu ritüelin adı “ağacı bahara cesaretlendirmek”... İhtiyacımızın adı da bu.
Dergimiz bu ihtiyaçla tartışan, konuşan, buluşan kadınların dergisi. Başımıza örülen her türlü çorabın, kafamıza geçirilen her türlü torbanın karşısına birlikte hareket etme gücüyle çıkarsak, çorabın da torbanın da ilmek ilmek söküleceğini bilerek anlamaya, anlatmaya çalışıyoruz. Çünkü dönem, gerçeğin değil gerçeğin üstüne çekilen kopkoyu “rıza” perdesinin parlatıldığı bir dönem.
Boşuna değil kadınlar kötü koşullarda değil insan onuruna yaraşır biçimde çalışmayı talep ederken, hükümetin çalışma yaşamını kökten değiştiren hamleleri “kadınları düşünüyoruz” diye pazarlamaya çalışması. Tam da torba yasayla bize reva gördükleri kölelik çuvalını başımıza geçirdiklerinin ertesi günü “Bizim için doğum yapan kadın hem mübarek annelik görevini yerine getiriyor hem de aslında vatani görevini yapıyor” diyerek köleliğin adını “vatani görev” koymaları... Boşuna değil “kaş, bıyık almak günah” diyerek en geri fikirleri tedavüle sokarken bir yandan da kadınların en geniş yasal haklara kendileri döneminde eriştiği reklamını yapmaları. Boşuna değil günde 5 kadının erkek şiddetiyle öldürüldüğü, kadınlara kıyafetleri ve davranışlarıyla tecavüze davetiye çıkardıklarının köşe yazılarıyla ilan edildiği, kadına yönelik suçların cezasının kuşa çevrildiği bir dönemde Aile Bakanı’nın “şiddet arttı demeyelim, görünür oldu diyelim” diye medyaya ayar verme girişimleri...
Bizi kışa, bizi köleliğe, bizi eşitsizliğe, bizi savaşa mahkum etmek istiyorlar çünkü.
İşte bu nedenle bu 8 Mart’a her zamankinden çok çalışarak hazırlanmalı. “Mahkum edildiğimizi değil hak ettiğimizi yaşayacağız” iddiasıyla her yerde geniş buluşmalara, mücadele platformlarına dönüşen bir 8 Mart için kolları sıvamalı.
Hepimize kolay gelsin!
ekmek ve gül