21 Şubat 2016 04:40

Terör ve şiddetin meşrulaştırılması

Terörü lanetlemek yetmez. İdeolojiden arındırmak her türlü şiddeti toptan kınamak yetmez. Yasın bulutsu varlığından yayılan melankolik havayı solumak yetmez.

Terör ve şiddetin meşrulaştırılması

Nilüfer ALTUNKAYA

Kuşkusuz her terör eyleminin farklı bir niteliği vardır. Bu farklılık eylemin gerçekleştirildiği zamanlama ve şiddetin yöneltildiği hedef kitlenin seçimi başta olmak üzere birçok parametre barındırır.
Terör Latince kökenli bir kelimedir ve anlamı “korkudan titreme” veya “titremeye sebep olma” şeklindedir. Bugün kullandığımız anlamda ilk kez Fransız Devrimi’nden sonra kullanıldığı bilinmektedir.
İlgili kaynaklardan kolayca ulaşabileceğimiz terör tanımların hemen hepsinde yer alan ‘şiddet’i bireye ve topluma yansıyışı bakımından ele almadan önce biraz durup düşünelim.
Yaşamımızın hemen her alanında bir şekilde şiddete maruz kalırız. İnsanın içindeki bu saldırganlık duygusunu Freud yıkım ya da ölüm içgüdüsü olarak ele alır ve suçluluk duygusu, vicdan gibi oldukça önemli kavramları sevgi ve ölüm çabası arasındaki çatışmalı sürece bağlar. Freud’a göre, “Uygarlık insanın mutluluk olanağının bir bölümünü bir parça güvenlik ile takas etmiştir” ve bireyin saldırganlık arzusunu zararsız kılmak durumundadır.1
Kısaca söylemek gerekirse saldırganlık duygusu insanda hep vardır. Uygarlık dediğimiz şey ise bunu dengeli hale getirerek insanın sınırsız özgürlüğüne güvenli çerçeveler çizer. Çatışmanın özü burada yatar.
Şiddetin meşru ya da gayrı meşru olarak sınıflandırılması da uygarlığın kurumsallaşmış yasalarına tabidir. Şiddet verdiği zarar ölçüsüne göre boyutlandırılabilir ya da sosyal yaşamın içinde nesnesine göre sınıflandırılabilir. Ne açıdan bakarsak bakalım şiddetin bir ucunda zalim diğer ucunda mazlum vardır. Bir şekilde şiddete maruz kalan hep zayıf taraftır. Zaman zaman tüm erkin toplandığı devlet de hegomonik yapısıyla bireye korku salan bir güce dönüşür. Yani birey devletin bu gücü karşısında her zaman zayıf taraftır.
Şiddetin beslendiği paranoya bir mutlak ‘öteki’nin düşman olarak benimsetilmesiyle kendini meşrulaştırır. Böylece şiddetin nesnesi süreklilik kazanır. Bazen hayaletsi bazen somut bir düşman olarak halka benimsetilir.
Diğer yandan terörizm yasın söylem düzeyinde kalmasıyla topluma korkuyu benimsetmiş olur. Artık birey yaşam hakkının devlet tarafından korunamadığı gerçeğiyle baş başadır. Ölüm ve yaralanabilirlik çok yakındadır. ‘Ben’ edinilmiş çaresizliğiyle yüzleşirken sınırlar keskinleşir: Kime karşıyım? Ya da kimden yanayım?
Bir terör eyleminin ardından yas hiyerarşik bir yapıya bürünür. Böylece herkes kendi ideolojik yasını tutar. Suruç ve Ankara Barış Mitingi gibi toplu öldürümler sonrasında “oh olsun!” diyenleri bu açıdan değerlendirmek lazım.
Bütün bunlara bakarak içinde bulunduğumuz süreci bir şiddet bombardımanı olarak değerlendirmek mümkün. Sözlü, psikolojik ve fiziksel şiddetin hemen her türü gittikçe endişe verici boyutlara ulaşarak yaşamımıza sızıyor. Freud’un belirttiği gibi Eros ve yıkıcı içgüdülerin çatışması şeklinde biçimlenen uygarlığın sağlaması gereken güvenlikten mahrum kalmayı gittikçe benimsiyor gibiyiz.
Aile içi şiddeti neredeyse onaylayan, hayvanlara yönelik şiddeti, şiddet olarak görmeyen, işkenceyi yok sayan, polis şiddetine destan yazmak olarak bakan anlayış, şiddetten doğan korku atmosferinden beslenmeyi sürdürmektedir.
Terörü lanetlemek yetmez.
İdeolojiden arındırmak her türlü şiddeti toptan kınamak yetmez.
Yasın bulutsu varlığından yayılan melankolik havayı solumak yetmez.
Bütün bunların ardında oynanan o büyük oyunu sezmek gerekir. Çünkü bir yandan şiddet meşrulaştırılırken diğer yandan terörizmin yarattığı şiddet bu meşruluktan beslenmektedir. unutmayalım korku kılık değiştirmez.

1 Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, Çev.: Haluk Barışcan, Metis Yayınları

Evrensel'i Takip Et