Kadına eşitlik neden lazım oldu?
Bir yandan kadınlara her fırsatta neyi hak edip etmedikleri dikte ediliyor, her türlü şiddete açık hale getiriliyor, diğer yandan kadınların yüz yıllık kazanımları ortadan kaldırılmaya, yüz yıl öncesinin hak yoksunu koşullarına mahkum edilmeye çalışılıyor. Kadınlarsa, savaşın ve artan devlet şiddetinin ağırlığıyla girdiğimiz bu 8 Mart’ta, “Çizdiğiniz sınırlara inat, yaşamımız, emeğimiz, özgürlüğümüz ve barış için direniyoruz” diyecek.
Olcay GERİDÖNMEZ
Kadın, cinsiyet olarak ezildiğinin, erkekle eşitsiz koşullara mahkûm edildiğinin ne zaman farkına vardı da bu duruma isyan eder oldu? Neden eşitlik talep etti? Ya da ona neden eşitlik lazım oldu?
Kadının ilk kez kitleler halinde hak ve eşitlik talep etmesi, günümüz kapitalist üretim ilişkilerinin ilk kurulduğu dönemlere denk düşer. Kentlerin kurulup, serpildiği, üretim biçim ve tekniklerinin gelişmeye başladığı yıllara...
Teşbihte hata olmaz. Göz önüne getirmek için, bugün Ortadoğu’da yaşanan savaş ve yıkım nedeniyle rızklarını başka yerde aramak için yollara düşüp de Avrupa’nın sınırlarına dayanan yoksul sığınmacılar misali, kent sınırlarına dayanan yoksul kitleler düşünün. O zaman da başka bir savaş vardı. Eski toplum düzeninin koflaşan payandaları esniyor, çatlıyor, yıkılıyordu. Tarımsal üretime, soyluların büyük toprak ve serf sahipliğine dayalı toplumsal düzen çatırdıyor; bağrından ücretli işçilerin çalıştırıldığı, toplu üretim yapılan atölyelerle, ticaretle palazlanan kentlerin ve kentsoyluların egemenliği doğuyordu. Köyündeki efendisinin boyunduruğundan kopmuş, ekeceği bir mendillik toprağı olmayan, sefalet içindeki eski serfler, rızklarını aramak için yollara düşmüştü. İş ve ekmek umudunun onları sürüklediği hedef kentlerdi. Kentlere ulaşan yollar, kent sokakları saraylıların, kentli zenginlerin “çapulcular”, “sefiller” diye adlandırdığı, emeğini satmaya çalışan aç insanlarla doluydu. Özellikle de, bitip tükenmeyen savaş ve iç savaşlarla sarsılmış bu topraklarda azalan erkek nüfusunun karşısında evsiz, yurtsuz, geçimsiz kalmış kadınlar ve çocuklarla.
EKMEK DAVASI, ÇALIŞMA HAKKI
Henüz sadece belli çalışma alanlarında bir atölyede üç kuruşa çalışacağı bir tezgâh bulabilen kadın şanslıydı. Bulamayan, aç açıkta kalan ya zengin kentlilerin hizmetine giriyor ya da yeni türden doğan işlere koşuyorlardı. Hizmetçilikte, dokumacılıkta, dantelâcılıkta, metalde, deride iş bulamayanlar, pazarcılık yapıyor, çiçek, balık, ekmek satıyor, su ve buz taşıyor, çamaşırcılık yapıyordu… Tümden çaresiz kaldı mı, ki sayıları çoktu, dilenmek ya da bedenini satmak zorunda kalıyordu.
Toprak beylerine kulluktan henüz kurtulmuş, bir lokma ekmek için emeğini satışa sunan yığınla kadının “günlük ekmeklerini namuslu bir şekilde kazanabilmeyi” ve “çalışma özgürlüğü” talep etmesi, kadınları dışlayan loncaların tahakkümüne isyan etmesi işte bundandı. Çalışma özgürlüğü ise emekçi sınıflar ile burjuvazinin çıkarlarını ortaklaştıran en önemli taleplerdendi. Bu, feodalizmin kesin olarak ortadan kaldırılmasını, lonca sisteminin parçalanıp burjuvazinin egemenliğinin pekiştirilmesini gerektiriyordu. Fransız Devrimi’nin bayrağına yazılan sözcükler, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik”, emekçi sınıfların da en çok ihtiyaç duyduğu şeyleri ifade ediyordu. Böylece 1789 Fransız Devrimi’nin yanında aktif olarak yer aldılar.
Devrimin talepleriyle uyanışa geçen her sınıftan kadınlar o dönemde dernekler ve kulüpler kurdu, barikatlarda savaştı, çalışma yaşamında, eğitimde ve siyasette eşit hak talep etti, cumhuriyetin yükümlülükte ve haklarda eşit yurttaşı olmak istedi, kadın haklarını bir bildirgeyle formüle etti.
BİR YAMAN ÇELİŞKİ
Sonraki hızlı sanayileşmeyle kadınların üretim içinde büyüyen payı, onların toplum, aile ve devlet içinde süre giden ayrıma tabi tutulmalarıyla uyuşmaz oldu. Kapitalist üretim biçimi, önceki toplumsal örgütlenmelere özgü olan, kadının yaşamını belirleyen ve onu erkeğin boyunduruğu altına iten, kadının ev içinde ve aile için üretici çalışmasının toplumsal koşullarını yıkıp gitmişti çoktan. Bir yanda özel mülkiyet hakkı üzerine kurulu burjuva toplumun aile kurumundan vazgeçemezliği, diğer yanda kadın işgücünden vazgeçemezliği duruyordu. Kendisine çizilen sınırlar uyanış halinde olan kadınlara dar geldi. Kadının üretime katılması, ilgisinin ‘dışarıya’, hayatını belirleyen üretim ilişkilerine ve toplumsal yaşama kayması ve onun genel hak yoksunluğu arasındaki bu derin çelişkinin kadın tarafından sorgulanması tamamen yeni bir olguya yol açtı: Bir kadın hareketi doğdu.
19. yüzyılın ikinci yarısında, dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan hemen tüm ülkelerinde kadın grupları dünya görüşleri doğrultusunda eşitlik taleplerini formüle ettiler. Mesleki eğitim ve oy hakkı gibi talepler üzerinden ortaklaşan farklı sınıflardan kadınların bu hareketi, hedefleri, hatta kimi zaman talepleri de ayrışan farklı akımları barındıran bir hareketti. Burjuva kadın hareketi ve sosyalist kadın hareketi onun en temel akımlarını oluşturuyordu.
Kadınların talep ettiği haklar çeşitlendi, çoğaldı. Evliliğin kurulması, biçimlendirilmesi ve sona erdirilmesinde eşit hak; kadın ve erkeğin çocuklar üzerinde eşit söz hakkı; her iki cinsiyet için bir tek cinsel ahlak; kadının kendi mülkiyeti, geliri ve kazancı üzerinde özgür iradeye sahip olma hakkı; meslek öğrenimi ve mesleki çalışma özürlüğünün garantilenmesi; toplumsal yaşamın tüm alanlarında kadına erkekle eşit değer, eşit hareket ve çalışma özgürlüğü hakkı; devlette ve organlarında tam politik eşitlik vb. haklar; eşit işe eşit ücret, kadın sağlığına uygun çalışma koşulları, annelik yardımı, işçi kadınlar için kooperatif evleri ve eşit koşullarda örgütlenme hakkı...
MÜCADELE VE DAYANIŞMA
Oy hakkı talebi, kadınları eşitlik mücadelesinde birleştiren en büyük ortak paydayı oluştururken, kadın işçiler Avrupa’da ve ABD’de 19. yüzyıl ortalarından itibaren, 8 Mart’ın kökenini oluşturan şiddetli emek mücadeleleri verdiler. Uzun çalışma saatleri, düşük ücretler, fabrikaların sağlıksız ortamları, ustabaşıların baskıları ve tacizleri, itildikleri korkunç yaşam koşulları kadın işçileri hak arayışına, mücadele ve örgütlenmeye itmiş, yeri geldiğinde kendi sendikalarını kurdukları olmuştur. Başlıca hatırlanacak olanı elbette 8 Mart 1857’de New York’lu kadın tekstil işçilerinin daha iyi çalışma ve yaşam koşulları için çıktıkları grevdir. Bu direnişte 129 kadın, fabrikanın ateşe verilmesi sonucu alevler arasında can verdi.
Kadınların hareket halinde olduğu, hakları için mücadeleyi yükselttiği bu dönem aynı zamanda gelişkin kapitalist ülkelerin krizlerle sarsıldığı, devletlerin siyasi ve ekonomik üstünlük kazanmak ve var olan üstünlüğü ayakta tutma arayışında olduğu bir dönemdi. Dünya üzerinde savaş bulutları toplanıyordu.
Bu ortamda, 1910’da Kopenhag’da düzenlenen İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Alman sosyalist hareketinin kadın önderlerinden Clara Zetkin’in önerisiyle, kadın emekçilerin mücadeleleri uğruna verdiği canları hatırlatarak, her yıl dünyanın bütün ülkelerinde, başta oy hakkı olmak üzere kadın hakları için ve savaşa karşı bir mücadele ve dayanışma günü olarak uluslararası bir kadınlar gününü kutlamayı öngören o tarihi karar alındı. Böylece 8 Mart, Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak benimsendi.
19 Mart 1911’de ilk uluslararası kadın günü, gerçek anlamda bir mücadele ve dayanışma günü olarak kutlandı. ABD’de ve Avrupa’da düzenlenen gösterilere yüz binlerce kadın katıldı. Yalnızca Berlin’de 45 bin kadın yürüdü. Ve sonraki senelerde bu sayının uluslararası çapta milyonlara ulaşmasıyla 8 Mart, tüm dünya kadınlarının mücadele ve dayanışma günlerinden biri olarak gelenekselleşti.
SÖMÜRÜ VE AİLE
Bizi eşitliğimiz, emeğimiz, özgürlüğümüz, yaşam hakkımız ve barış için; yani insanca bir yaşam için mücadeleye, dayanışmaya, örgütlenmeye iten o yaman çelişki hala sürüyor.
Clara Zetkin’in 1892’de söyledikleri ne kadar da capcanlı duruyor karşımızda: “Kadın, annelik yükümlülüğü ve çocukları için korunmalıdır’ – kadın cinsinin kurtuluş çabalarına karşı haçlı seferi bu çığlık altında öğütlenmektedir. Kadının doğal mesleğinin annelik olduğu; çocukların eğitim olduğuna dair hiçbir itiraz kabul etmez bir açıklamayla, kadının toplum içerisinde her türlü görev ve hak talebini peşinen yok edebileceklerini; hatta bu “ahlaki” sebeplerle iki kez yok edebileceklerini sanmaktadırlar.
Kadının ‘doğal mesleği’nin çocuk doğurmak ve eğitmek olduğuna hükmolunurken, tabii ki hiçbir zaman annelik görevlerini yerine getirecek imkana sahip olmayan binlerce, on binlerce kadın hesaba katılmaz. Oysa bunların sayısı, toplumsal duruma bağlı olarak gittikçe artmaktadır. Ve bunlar için meslek ve kazanç sorunu, ölüm kalım sorunudur.”
Özel mülkiyet hakkına dayalı ailesiz yapamayan burjuva toplum ve ücretli emeğin sömürüsüne dayalı kapitalist üretim biçimini korumak; sistemi iktidar sahiplerinin çıkarları doğrultusunda ayakta tutmak için her şey yapıldı, yapılıyor.
Egemenlerin elindeki her türlü araç, ikna ve biat ettirme mekanizmaları devreye sokuldu, sokuluyor. Devletin tüm kurumları, yasama ve yürütme, dini kurumlar, eğitim kurumları, basın ve medya bu uğurda başarılı araçlar olarak işledi.
ÇİZDİĞİNİZ SINIRLARA İNAT
Bugün yaşamımızın her anında bu çelişkinin derinliğini hissediyoruz. Bir yandan kadınlara her fırsatta neyi hak edip etmedikleri dikte ediliyor, her türlü şiddete açık hale getiriliyor, diğer yandan da kadınların yüz yıllık kazanımları ortadan kaldırılmaya, yüz yıl öncesinin hak yoksunu koşullarına mahkum edilmeye çalışılıyor. Kadınların “kutsal annelik ve ailevi görevlerini” yerine getirebilmesi bahanesiyle çalışma yaşamında yapılan düzenlemelerle, ‘esneklik’, ‘yarı zamanlı çalışma’, ‘kiralık işçi büroları’ uygulamalarıyla en vahşi sömürü şartlarını sermayenin ayakları altına seriyor.
Kadınlarsa içine tıkılmaya çalışıldığı köhne kalıplara sığmıyor, yaşamına ve haklarına sahip çıkmak için savaş veriyor. Savaşın ve artan devlet şiddetinin ağırlığıyla girdiğimiz bu 8 Mart’ta kadınlarsa mahkum edildikleri değil, hak ettikleri yaşam için direnmeye, mücadele etmeye devam edeceğini ilan edecek bir kez daha. “Çizdiğiniz sınırlara inat, yaşamımız, emeğimiz, özgürlüğümüz ve barış için direniyoruz” diyecek.