Kalanlar’a
Mezuniyet tezimde savaş sonrası kadın psikolojisini ele almıştım. Yazılı bir savaş tarihimiz olmadığından, yazılı olan I. ve II. Dünya savaşlarını ele almıştım; ama bizim savaşımızı hissederek. “Kalanlar’a” ithaf etmiştim tezimi; yani bize.
Rezan KAYA
Mezuniyet tezimde savaş sonrası kadın psikolojisini ele almıştım. Yazılı bir savaş tarihimiz olmadığından, yazılı olan I. ve II. Dünya savaşlarını ele almıştım; ama bizim savaşımızı hissederek. “Kalanlar’a” ithaf etmiştim tezimi; yani bize.
Hep savaşı duyarak büyüyen çocuklardık ama defa çok boyutlu oldu hissettiklerimiz. Duyuyoruz, görüyoruz, hissediyoruz. Özetle, daha derinden hissederek yaşıyoruz ‘kalan’ olduğumuzu. Kalanın acısını bu kadar bilince çıkararak yaşamak, uzun uzun beklemek; “ha bugün ha yarın” diyerek beklemek...
Hayatımızdaki eşyaların bile anlamı değişiyor beklerken. Bir basit eşya, bir anda hayatının temeline gelip oturuyor her top sesini duyduğunda. “Çalsa” diyorsun, “iyiyim” desin diyorsun.
- Bugün nasılsın?
- Tek parça.
- Yemek yedin mi?
- Eh bir şeyler bulduk en azından bugünlük de.
Başkalarının hayatında artık sıradanlaşan, hatta geçiştirilen sorunun, kalanlarda öyle olmadığını yeni anladım. “İyi misiniz?” artık hayatın en önemli ve en anlamlı sorusu oldu kalanlar için. Zaten başka soru sormak yasak. Ne de olsa teknoloji çağındayız.
Sesler geliyor; top, roket, kurşun sesleri... Bu seslere lanet okurken bir anda başka bir ses gelir hayatının temeline oturan eşyadan: “Bilmediğim bir yerde, bomba sesleriyle uyandım. Eskiden çok korkardım, şimdi tam tersi, bomba sesi gelmediğinde korkuyorum. Bodrum katında akşam saat 9’da ayak sesleriyle bir heyecan geliyor. O ayak seslerinden sonra bomba sesleri hep kesilirdi ve ayak seslerini hep merak ederdim ‘kimlere ait’ diye ve hep derdim ki ‘özgür yarınlarda buluşmak dileğiyle’” dedi o eşyadaki not.
Umut mu, umutsuzluk mu adını bilemediğim bir duygu kaplıyor yüreğimi. Birileri var onları koruyor, dağ perileridir belki... Peki, bu kadar vahşice saldırılara, tanklara, toplara, barbarlığa karşı ne kadar dayanabilirdi ki bir avuç dağ perisi?
Kalanların çaresizliği her top sesiyle biraz daha büyüyor. İçinde olduğum çaresizlik benzemiyor hiçbir karanlığa. Her şey bu kadar yakınımda olurken, patlarken, ölürken, yaşarken hiçbir şey yapamamak. Daha yakın olayım, daha yakın, belki bu kez bir şey yapabilirim. Gelen anonslarla ürpermek sanki bir şey yapabilecekmişim gibi sınıra kadar gitmek, beklemek bu defa, biraz daha yakında beklemek, uzun uzun beklemek...
Şu an bunları yazarken bile her cümleme bir top sesi düşüyor. Her defasında ürperiyorum, ‘Bu defa bir şey oldu mu’ diye. Bir mevsimi geçirdik biz kalanlar; yalnız, ondan uzak. ‘Şimdi ne olacak, yarın ne olacak’ diye çoğu kez soruyorum. Bürokratların görüşmeleri, görüşmelerin umutsuzluğu ama her defasında umutla kapılarına koşmak belki de bu defa bir şey gerçekten değişir diye. Ama her defasında boş dönmek. Koridorlar, koridorlar, koridorlar... Görüşmelerin anlamsızlığı... Kimse çıkmadı, sivil yok şüphesinin artması; peki ya annem, ya arkadaşı, ya onunla aynı evde olan aile, ya çocuklar, ya biz kalanlar?
“Hakkınızı helal edin. Kaldığımız yer, az kaldı üzerimize çöksün. Kardeşin sana emanet. Hadi benden bu kadar.”
Ve telefon kapanır.