Kavel’den Renault’a metal işçisinin ‘kanunsuz’ mücadelesi
Hakan KOÇAK
Yarım asır önce, 1963 yılı başlarında Kavel fabrikasının Maden-İş Sendikası’nda örgütlü işçileri tarihsel bir mücadele veriyorlardı. Efsanevi başkanları Kemal Türkler’in liderliğinde ülkenin en büyük sermaye grubu Koç’a karşı “kanunsuz” bir grev yürütüyorlardı. 1961 Anayasasında tanınmış olan grev hakkının kullanılabilmesine dair kanun düzenlemelerinin bir türlü hayata geçirilemediğini gören Kavelciler anayasal olarak tanınmış haklarını kanunu beklemeden fiilen kullanmaya karar vermişlerdi. Kanunsuz ama anayasal bir grevi, işçi sınıfı mücadelesinin tarihsel meşruiyetine dayanarak hayata geçiren işçiler karşılaştıkları işveren ve devlet saldırılarına karşı emekçilerin, ailelerinin ve demokratik kamuoyunun desteğiyle direndiler ve grev hakkını kullanmanın ötesinde ilgili kanunun çıkartılmasına da katkı sundular. 1
Bursa Renault işçilerinin sürdürdükleri direniş de bir anlamda günümüzün Kavel’idir. Geçen yıl başlayan metal fırtınanın bu son faslında Renault işçisi de tıpkı Kavel’deki gibi fiili ve meşru bir mücadele yoluyla haklarını elde etme uğraşında. Onlarınki aslında 12 Eylül darbesi ile kurulan endüstri ilişkileri sisteminin işçi iradesini cendere altına alan, kullanılamaz hale getiren yapısını teşhir eden ve giderek aşmaya yönelen bir hareket. Geçen yıl işe bu sistemin yarattığı bir ucubeyi, yıllardır iradelerine hapishane olmuş Türk Metal’in duvarlarını yıkarak başladılar. Sendikal demokrasiden uzak bu yapının kendilerine bir kez daha dayattığı MESS damgalı toplu sözleşmeyi reddederek fiilen grev hakkını kullandılar. Oluşturdukları öz örgütlenmenin sağlamlığı sayesinde metal fırtınadan gemilerini sağlam bir limana ulaştırarak çıktılar. DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş’te örgütlendiler. Şimdi de giriştikleri bu mücadeleyi mantıksal sonuçlarına taşımak; artık fiilen Türk-Metal’den kurtulmak ve alay-ı vala ile sunulan asgari ücreti ücretlerine yansıtarak toplu sözleşmeyle kendilerine yaşatılan kaybı bir ölçüde giderebilmek istiyorlar.
Karşılarına çıkartılan ise onları üç yıllığına bağlayan zincirler. Mevcut yasaya göre bir işyerinde yürürlükte olan bir toplu sözleşme varsa yenisi yapılamıyor. Genel teamülün dışında 2 yıl yerine üç yıllığına yapılan sözleşmeyle işçilerin iradesi zincire vuruluyor. Onlara “üç yıl bitene kadar bu sözleşmeye de, onu size rağmen imzalayan sendikaya da mahkumsunuz” deniyor. Bir de üstüne sözleşmeden yararlanabilmek için o sendikaya aidat ödemek durumunda bırakılıyorlar. İşte cunta döneminde bir sürü sendikacının ve akademisyenin de “güçlü sendika yaratmak” için verdikleri destekle oluşmuş olan 12 Eylül çalışma rejiminin işçi sınıfını bunaltan tablosu. Bu düzende işçinin iradesine yer yok. “Güçlü sendikaya” bir kez teslim oluyorsunuz, sonra bir daha kurtuluş yok. Ne toplu sözleşme sürecine, ne sendikal karar süreçlerine katılabiliyorsunuz, ne de bu sendikal yapının dışına çıkabiliyorsunuz. Cendereden kurtulmak için bitip tükenmeyen, bıktırıcı uzunlukta hukuk mücadelelerinde, hukuk labirentlerinde ömür tüketmeniz gerekiyor.
Toplu sözleşmeler ise işverenler tarafından karşınıza değiştirilmez kelam gibi çıkartılıyor. Nasıl da bir ikiyüzlülük bu oysa. Yakın dönemde yaşanan tüm krizlerde yüzlerce işyerinde sermaye “ekonominin gerçeklerini” gerekçe göstererek sözleşmedeki ücret artışlarını sınırlar, hatta ücret indirimlerini protokollerle dayatırken, işçilerin lehine düzeltme talepleri gayrı meşruymuş gibi davranılıyor. Bu cendereyi kırmanın bir de fiili yolu var elbette: özgücünüze dayanarak, meşru bir mücadele ile iradenizi ortaya koymanız. İşte Renault işçisi bunu yapmaya çalışıyor. Ancak onlar tam da Türkiye sınıflar mücadelesinin en çıplak, en sert haliyle yaşandığı fay hattı üzerinde duruyorlar. Metal işkolunda 1960’ların başlarına kadar uzanan; bir yanda Özal’ı bir yanda Türkler’i birer sınıf önderi olarak yaratan tarihsel mücadele bu. MESS başkanı Özal’ı devletin başına taşımış, Maden-İş başkanı Türkler’i kurşunlara hedef etmiş bir mücadele. Son derece politik bir mücadele. MESS şimdi tam da bu tarihsel geleneğe uygun biçimde iktidarı hizmetine koşarak, Renault işçisinin açtığı büyük gediği kapatmak, yarattığı yeni modeli boğmak istiyor. Paşalar sayesinde kurduğu, Türk-Metal’in “partnerliği” ile sürdürdüğü 30 yıllık düzeni bozdurmamak için bastırıyor. Paşaların hukukunu da, misyonunu da devralan AKP’nin bakanı da elinde kılıç sermayeye komutanlık yapıyor. Renault’un önünde sıkılan gazlar, yapılan gözaltılar, işten atmalar vb. hep bu saadet düzeni sürsün diye. Türkiye sermayesinin öncü iş kolunda sermaye, sarı sendika, iktidar şeytan üçgeni metal işçisini yutabilsin diye.
Ama metal fırtınayı dindirmek artık kolay değil. Yıkılmaz denen kaleleri yıkan metal işçisinin öncü gücü Renaultçular başladıkları işi bitirmeye kararlılar. Belki sendeleyecekler ama düşmeyecekler. Türkiye emek hareketininse bu mücadeleyi tıpkı 1963’te Kavel’i sahiplendiği gibi sahiplenmesi gerekiyor. Bu bir işyerinin meselesi değil, bu 12 Eylül düzeniyle bir hesaplaşma. Bu fiili-meşru eylem çizgisiyle, gerçek sınıf dayanışmasıyla Türkiye işçi sınıfının artık anlamsız hale getirilmiş olan toplu sözleşme ve grev haklarına anlam kazandırma mücadelesi. Bu işçinin iradesini gösterme, sendikaları boşalan özlerine yeniden kavuşturma mücadelesi. O halde şimdi dayanışma zamanıdır...
1 Bu tarihi grevi tüm ayrıntıları ile alan değerli bir çalışma için bakınız: Zafer Aydın, “Kanunsuz” Bir Grevin Öyküsü: Kavel-1963, Tüstav-Sosyal Tarih Yayınları, 2010.